28 Kasım 2016 Pazartesi

Namütenahi

demirden kapıları gomore'un
önümüzde ancak gül çiçekleri
dünümün her salgın yaprağında
dökme bir bilyeden sarhoşum

korkma azgın güneşlerden
en karanlık indinde neşvelerden
tek kişilik bir müsabaka bu
affına sığınıp yenilemediğim

3.

ben artık ben değilim
yetmiyor kimse de ben değil
ve tüm bu değillerin ülkesinde
kendimle kucaklaşıyorum.

elbet bir gün,
buluşucağız.


*Çocukluğumun sanrılarını anlatır, şiirdir. Seveni sevmezsin o ayrı. Yağmur yağıyor diye bulaştım bu işlere yine.

16 Ağustos 2016 Salı

Küçük Tatlı Sırlar ve Nur Yüzlü Liseliler





1 Ocak: Türk Lirası'ndan 6 (neden 6?) sıfır atıldı.
10 Mart: Üstat Kasparov satrançı bıraktı.
19 Nisan: 16. Benedikt yeni Papa seçildi.
25 Mayıs: Loserpool büyük bir şans eseri penaltılarla Şampiyonlar Ligi'ni kazandı.
12 Eylül: 2005-2006 öğretim yılı başladı.



Görüldüğü üzere 2005 alelade bir yıldı. Milenyumun ilk yarısı sivilceli, son kez Hazırlık okuyan ergenler için herhangi bir ümit vadetmiyordu... Taşra, hala
eski taşraydı ve kapitalizmin rekabet unsuruna karşı otarşik bir tavırla geleneksel memurluğunu sürdürüyordu. Açılmıyordu, açılamıyordu, aç bunu açamaz mısın? Hayatı boyunca "dışarıya açılma" mefhumunu sadece Tsunami oyununda kaleciyle herkesi geçip gol atmaya çalışarak öğrenen taşralı ergenler de bu duruma yabancı değildiler. Lise yeni başlamıştı ve herkes geçen yaz kimin ne yaptığını biliyordu zira "hiçbir şey" yapılmamıştı. Deniz, libido, futbol ve msn, olanlar bunlar... Gerçeğin çölüne hoşgeldiniz.


Madem öyle olayları kişiselleştirmek lazım değil mi?



...Eski, küçük ve hüzünlü bir hikayeden bahsedebilir belki, B ve C'nin hikayesinden... Ne yazık ki isimlerini veremiyorum çünkü vizyonsuzluğa eşdeğer isimleri bu yazıyı kirletebilir...


Neyse.


B, liseye henüz başlamıştı tıpkı C gibi. Yani 1 sene geçmişti ama kafaya ancak dank ediyordu fizyolojik ve duygusal metamorfoz... Eski yıllara dayanan huzurlu ve sağlam bir dostlukları vardı. Belki kadırgaları birçok fırtına atlatmamıştı ama olsun; bu küçük Ege kentine zaten hangi fırtına uğrardı? B, o yaz bir dişi bireye aşıktı. C ise aynı anda başka bir dişi bireye, ve bir başkasına, yetmedi öbürsüne derken karanfil elden ele.. Zaten bu arsız bela, bugün dahi bu döngüden kurtulmuş değil.
Konumuza dönelim.

B, hasret ve çaresizlik içinde minik motoru "Asuman" ile söz konusu dişi bireyin gölgesine sığınmak için bütün yaz o plaj senin bu plaj benim dolaştı durdu.
Evet kimsesizdi ama umudu vardı. Mesela üç ev görse Meksika zanne... Neyse. Hiç anlamayacakları bir metafor için niye kirleteyim o pür-i pak dizeleri?

İşte B bu hayal aleminde günlerini geçirdi durdu. Elbette ki mesai saatlerinden arta kalan zamanlarda.. Zira B, parayı çok severdi. Yani B, parayla yatabilirdi imkan verseniz, aşıktı o kirli
oyuncaklara.. Öyle ki 52,40 TL bir hesabın 2,40 TL'sini bile çok affedersiniz vermemek için elinden geleni yapardı. Bak, 2,40 diyorum, insan hiç 2 TL ve 40 kuruşun hesabını yapar mı?
B yapardı ahlaksız.

Bütün bunları niye anlatıyorum? Siz davar oğlu davar sevgili okuyucularımın B'nin psikolojik durumunu algılaması için ama nerede sizde o kafa? Jung olmayın bari Mazhar Osman olun. Gerçi o da kafayı mastürbasyonla
bozmuştu.

Evet. Eveeeeet... Evet.

Buna karşılık C, sansasyonel bir yaz geçiriyordu. Gerek halı sahada beleşten tıkladığı goller olsun, gerek İğdeli plajında çimdiği -vizyonsuzlar yüzmez, çimer- beyhude zamanlar olsun, gerekse malak gibi 452 saat uyuduktan sonra ikindi
üstü balkonda yediği karpuzlar olsun, hayat tek kelimeyle harikaydı. Bütün bu telaşenin içinde dişi bireyler de önemli bir yer tutuyordu kuşkusuz. 1000 SMS'lik o lanet, o aşağılık, o yerin dibine paspas olasıca meşum kampanya henüz homo sapiens evresine yetişmekte zorlanan
ergen erkek bireyler için bulunmaz bir nimetti. C, bu nimeti öpüyor, kokluyor ve hababam yazıyordu. Yarın yokmuş gibi, çıldırmış bir vaşak gibi yazıyordu.

-"inanmışım kaybetmek esrarıdır olmanın" (ki bunu yazasım geldi çünkü biraz şiir okuyun develer).

Yani C, işte ha ona ha buna derken yine elde sıfırlarla dolu bir kariyerle yazı bitirmek üzereydi. Fakat Doğu Alman disiplinini bile bezdirecek bu sıkıcı silsile ilginç bir olayla bozulacaktı...



---spoiler---

POKEMOOON

GOTTA CATCH EM' ALL!

POKEMON!

---spoiler---



Yani spoiler diyoruz ama bu delilik haline varan Pokemon GO ile ilgili bir hikaye değil. Hatta aslında çok basit.

Bay C bir gün kendini, aynı  ben Pikachu oldum diyen sefil çocuk gibi, 6 metrelik duvardan aşağı bıraktı. Gerçi C'nin hareketi daha salakçaydı çünkü o kendini Pokemon bile sanmamıştı asadasddsa amk enayisi asasadsads.
Üzgünüm kendimi tutamadım. 16 yaşındaydı ve olayların dişiler etrafında gelişmesi çok doğruydu. Salt bir hanıma selam vermek, belki iki muhabbet için görüyorsunuz gerekirse bak gökkubbeye elleriyle tırmanırdı C.
İnemezdi ve çıkardı yani. Düz duvara çıkar desem çok şeyetmiş olurdum ve ay bana fenalıklar basıyor bu zibidilikten.

-Ben alt tarafı sikko bir hikaye anlatacaktım? Yani nasıl oluyorda da oluyor vallahi acaba nasıl oluyor tutamıyorum kendimi hiç oluyor-u.oluyoru.hahaha.

C, bir süre koltuk değneklerine mahkum kalacaktı ve bundan haberi vardı. Mesela "Bize Ne Oldu?" dizisinde Sibel Can'ın bu durumdan haberi yoktu. Yani tekerlekli sandalyeyle yürüyordu ama durumun geçici olduğunu zannediyordu.
İşte böyle keriz keriz velayet davası için mahkemeye çıkmıştı ve demişti ki "benim durumum geçici hakim bey". Bununla bir taşşak bir taşşak. Hakiminden, avukatına. Sadece Fatma Girik üzüldü. Ben de ona üzüldüm. Aferin C.

Neyse ki okul başlamıştı.

Bu noktada pas arası yapmam gerekiyor. Didaktizm yani elhamdülillah -şimdi ben bunları niye yazıyorum?-

Niye didaktik oluyorsa C'nin kale beleşçiliğinden imal bir gol makinesi olması? Didaktik olmuyor, beleşçilik oluyor. İşte C böyle futbol oynamayı seviyor. Rakip kale önü bekçisi olarak istihdam edildiği 767 gollük lise futbol kariyeri
nedeniyle seviyor. Kafa toplarını da seviyor. Hele alçılı ayakla oynamayı, koltuk değnekleriyle oynamayı, şike yapmayı ve bu yüzden Galatasaraylı olmayı çok seviyor. Koltuk değnekleriyle 4 ayağı oluyor, onu çok seviyor

-ki insanın aslında 5 ayağı olur. Çünkü insan erkektir. C'nin de 5 ayağı vardır. AMA biri görünmezdir, ya da börülcedir -hahahahaha-

Biz de babalara rahmet her öğle arası bir maç patlatırdık lisede. Bendeniz takımı geriden yöneten bir dahi beyin idim. Pirlo & Scholes karışımı birşey diyelim. Ya da Fabregas. Ya da tüm bunlar ve anlamlarına Hasan Babaic diyelim, çünkü doğrusu o. Tüm diyelim'lerin
en diyelimi benim!

Hikaye demeye bin şahit bu anlatının faili mi maktulü mü olduğunu hala kesinleştiremediğim B de fitbol severdi. Futbol sevmezdi çünkü futbol yeteneklere, fitbol ise arsa düzenine yani sokak oyununa ait bir oyundur. Herkes oynar, şekerden de olsa oynar. B, şekerden bile olmadan oynuyordu.
Ama yeni topuyla oynamıyordu. Yeni top oynanmamayı hakeden güzel ve züppe bir toptu.

Zaten cümle içinde 'arsa' lafı geçtiği için şu an beyin kendini kapattı yazıya, bir de uzatmayayım. Burdayız B, gitmedik, bitiriyorum hemen.



Evet.



---ÖZET GEÇ PİÇ---

İşte biz bir gün maç yaparken bu B, koltuk değnekleriyle gol atıp, her zamanki gibi şike yapan C'ye çok kızdı. Yüksek fiyatla alınan doların elinde patlaması kadar çok kızdı. Yani patlamamıştır da patlasa çok kızardı.
Sonra C'ye dedi ki... Ben onu hiç hatırlamıyorum. Birşeyler dedi işte dalga geçti ayağı alçılı diye, bela okumuş da olabilir. Gerçi taşşak kapasitesi de sınırlıdır, belki şey demiştir lan demiştir topal şakir demiştir şike yapma demiştir.
Ama işte ters tepmişti olay. C, herhalde onu tüfekle vuracağımızı düşündü ve çok alındı. Artık bir gazi, artık bir sefildi. ZATEN AT MIYDI Kİ onu vuralım öyle, AT olsa vizyonlu olurdu.
C aman allahım. Çok içlendi. Herkese B'nin dedikodusunu yaptı, çok alındı ve biraz gözyaşı döktü.

Ben üstüme vazife olmayan işleri çok severim.

Bu noktada gidip B'ye haber verdim dedim ki C çok alınmış dedim. B'nin vücuduna tamı tamına yeten kocaman bir vicdanı vardı neyse ki. Yani diyelim
bir pastaya TAMI TAMINA 52,40 TL nasıl yetiyorsa, onun vücuduna ve sıhhatine o vicdan öyle yetiyor. Cuk.

Ben adamı çok güzel gazlarım.

B'yi de gazladım. Özür dilemesi gerektiğini söyledim zira özür dilemezse C hayatı boyunca arkasından atıp tutacaktı. C'nin böyle hercailikleri vardır zaten
biliyorsunuz bir gün bu hahahaha kanatlanıp hahahaha böyle uçmaya... neyse. Utanmasak askerlik anısı anlattıracaksınız -C sen bunu okumadın-

B kalktı, sınıfa geldi. Sınıfta ben, C ve DALALET isimli bir arkadaşımız vardı. Ulan DALALET kim diye sormayın üzerim sizi. Bugün Google'da aratsanız çocuğun görseli gelir, onu herkes tanır.

Ben arayı yumuşatmayı çok severim öyle pembe pembe.

O gün de arayı bu kardeşiniz yumuşattı, muhabbeti açtı B gel oğlum özür dile lan dedi. Belki de C dedi özel günüdür yani onun dedi. B, yavaşça masaya yaklaştı ve şey dedi:

ÖZÜR DİLERİM ARKADAŞIM.

(HAHAHAHAHAH YA HAHAHAHAHAHA BUNA HALA GÜLERİM PİS ERGEN HAHAHAHAHAH)

Bunu dedi ve koşarak sınıftan kaçtı gözyaşlarıyla.. C de ağlamaya başlamıştı. Aynen böyle hahaha. Dalalet birşeyler tıkınıyordu ve olayı ölesiye siklemiyordu. Bense sadece mal mal baktım ve şöyle dedim uzaklaşan B'nin arkasından:

-ÇOK ROMANTİKSİİİİİN.

Aynen böyle dedim. Benim böyle gereksiz sululuklarım çoktur.

C ile B birkaç gün sonra tamamen barıştılar. Zaten sert adamlardı aslında, güneşten ışık yontarlardı. Asdsfsfsfs siktir lan onlar kim. Bu dizeyi kendime yazıyorum.

-Zaten ben de sert adamdım, güneşten ışık yontardım.

Şimdi oldu.

---ÖZET GEÇEMEDİ PİÇ---



Evet müthiş bir zaman kaybı olan hikayemi de burada bitiriyorum. Allah yar ve yardımcınız olsun.

p.s:Bu arada B = Burak Diker C = Cihat Cin (Cihat aslında CcC imiş lan. Yaz tarih, ben her gün birşey öğreniyoruz). Facebook'tan falan aratın bulursunuz allahın kerizlerini. Tam isimlerini yazmak zor geldi de ondan yazmadım.

HAHAHAHAHAHA.


12 Ekim 2014 Pazar

Bilemiyorum Altan, Bilemiyorum

"Korku köleliktir."

Platon


"Buyrun sahip."

Hasan Babaic


Fena halde vasat bir Pazar gününün ertesinde yapılacak çok şey yoktur. Bendeniz, çokluk göz kapaklarımı uyuşturucu dizilerin yahut sarmayan kitapların arasında kaybolurum. Ancak bugün, bu vasatlığı taçlandırmak adına, en iyi bildiğim(?) işlerden birini yaparak; yazmaya girişeyim dedim. Üstelik elimde bir yazıya konu olabilecek herhangi bir argümanım yoktu. İşin açıkçası kendime bir tema bile bulamamış durumdaydım..

2-3 ay geçmiştir herhalde son post'u koyalı buraya.. Bu zaman zarfında az buçuk iş, çok buçuk dinlence yaparak, hayatımın birçok hücresini öldürmeyi başardım. Yine bu zaman zarfında tahayyülümde kalabalık eden fikirlerimi de tamamen kendi irademle kürtaj (evet, pre-choice, hep destek tam destek!) ettirmiş bulunmaktayım. Ki bunlar sırasıyla; görgüsüzlüğe övgü niteliğindeki bir gezi yazısı, bir şekilde benim otobüs terminali takıntıma uğrayacak düpedüz kötü ve pejmürde bir mini-polisiye, şimdiye kadar aşık olduğum kızların görme organlarına dair, nedense çok kısa bir zaman zarfı için pek romantik bulduğum uyuz bir deneme ve son olarak herhalde 2012'nin son günlerinde patlattığım epey sıradan bir 'sıkılmışlık şiirinin' meraksız gözlere kanırtılmasıydı. Şükür ki bunlar hiç yaşanmadı. Acaba neden? İşte pek sevgili ve varolmayan (sakallı bebek?) kari, bu yazının olayı da bu: neden?

2007 yılında, sivilcesiz fakat kuru suratlı bir liseli olarak hayattaki en büyük ideallerimden biri; Can Dündar'ın 'Neden?' isimli, klasik açık oturum tarzı programına bir gün tartışmacı olarak katılabilmekti. O zamanlar totaliter bir rejim olmayan, aslında herhangi bir rejimle anılamayacak bir Türkiye vardı tabii. Kilo vermeye çalışıyordu Türkiye ama 'zayıflama hapı' diye birşey ile bunun mümkün olabileceğine inanıyordu ne yazık ki. Neyse yani, insanlar tartışıyorlardı güzel güzel. Bense deli gibi programı ve hatta tekrarlarını ezber ederdim. Hayli samimi lise ortamımızda da yükseklerde gezinirdim tabii. Zat-ı alim, her konuya vakıf müthiş bir entelektüel, boş zamanlarında ansiklopedi okuyan bir kültür deryası ve garip bir biçimde bir önceki münazarada kendi hazırladığı metinler 70 puan farkla mağlup olmasına rağmen; cevval bir tartışmacı olarak kabul görürdü. Gerizekalı liseliler.

Efendim köprünün altından çok sular aktı. Bendeniz bu sahte kabul görmüşlüğün hava gazıyla, her daim kendini üstte tutan yeni hasat zeytinyağı gibi davranır oldum. Sıradanlığın ayyaşlığında, etrafıma surlar inşa ettim. "Her şeye bok atıyorsun" mevzusunun edebi külahı işte. Aslında bu blog, şiir yazmam falan bazen bu tutumun eylembiliminde incelenmeli gibi geliyor bana. Neyse. Bu cafcaflı madrabazlık öyküm, işte hayatımın en mübhem şu dönüm noktasında bana dert oldu. Özetle: korkuyorum. Ne yapacağını bilememe dürtüsü, en bedbaht kanser hastasının bile kucağına oturmuştur. Bunu bir arkadaş da söyledi bana mesela; "korkaksın ama sen de" dedi. Çok koymalı aslında bu laf insana. Bana hiç koymadı. Galiba vaziyet-i halimizden memnun sayılır gibiyiz. Oysa bizimkisi de çaresizlik davası.

Arılardan, dişçilerden ne bileyim siklenmemekten falan korkarım. Kaldı ki bunlar beyhude şeyler değildir; insan yüz yüze gelir bunlarla. Ancak bir insanın hülyalarına dair korkusu olur mu a? Bir insanın hiç tahayyülü olmaz mı? Merak ediyorum. Bu aralar çok merak ediyorum. Lisans hayatımda öğrendiğim yegane şey sandığım "tecrübe", işte bu noktada bekine hiç yardıma gelmeyen kanat oyuncusu.. Anılarıma ne olacak diye merak ediyorum. Korkularımın cehennemine hoş geldiniz.

İnsan büyüyor ki bu bence Tanrı'dan gelen troll'lüklerin en fenası. 25 yaşına geliyorsun, 'hangi işe girsem, askerliği aradan çıkartsam mı, ulan evlensem mi götlük olsun diye yahut gitmek mi lazım artık bu şehirden' gibi türlü tevatür içindeki şeytanın muavinliğine koşuyor. Ah o içimizdeki şeytan, Ömer'in başını da o yemişti ya. Faust'un Türkiye şubesinden bahsediyorum. Her kararsızlığımızın Tanrı'sı, nasılsa epey de harcıalem bir soytarı. Korkun ondan, kendi korkaklığınızın aynasıdır o içinizdeki şeytan. Hem kafiyeli olunca ikna da olursunuz.

Anladım ki, ben bu işlerden hiç anlamayacağım. Ben hep korkacağım. Eskiden uzak kalmaktan, düzenden ve planlardan hep korkacağım. Bir masum Bekir gibi bir yolumuz bile yok ki koyduğumun yerinde, hepimiz Bekir'ken hem de.

İyisi mi saate bakmayalım, zamana aman olmuyor.





26 Temmuz 2014 Cumartesi

Türkiye: Ahlaksızların Ülkesi

Havasına, Suyuna, Taşına, Toprağına…

Türkiye: Ahlaksızların Ülkesi


“…Başlı başına bir ırk gibidir bu insanlar, akıl almaz avamlıktadırlar, Señor, sınıfsız insanlardır bunlar, ne halkın bağrından gelirler, ne orta sınıftan ne de herhangi başka bir sınıftan; suçtan beslenen lümpenlerdir bunlar, toplumun fidyecileridir, sonradan görmelerin en aşağılıkları, en acımasızları, en açgözlüleridir, hiçbir idealleri yoktur, öldürmek, sömürmek, yağmalamak için fırsat kollarlar…”

Carlos Fuentes – Cennet’teki Adem


Öfkeliyim. Yok, bu öyle her genç kökenli ayının hissettiği türden dönemsel bir öfke değil. Zaten “öfke” cihetinin bendeki karşılığı da sözlük tanımına pek uygun değil. Şöyle ki; bu illet bende birikiyor. Biriktikçe büyüyor, güçleniyor. Her durumda özneliğe teşne hale geliyor ancak her zaman eyleme dönüşmüyor. Bütün ruhu ve bütün aklı sarmalıyor. Hele ki bir dış etken tarafından taciz edilmeye görsün, tüm beynimi ele geçiriyor.
Bütün bunları niye anlatıyorum, bilmiyorum. Ama beni, bunları yazmaya iten şeyi biliyorum. Halihazırda tüm öfkelilerin düşündüğü, bazen çekinerek de olsa dile gelen isyan etme dürtüsüdür; buna neden. Geçenlerde Twitter’da gördüğüm ufak çaplı bir analiz, öfkemin büyük kısmını fethettiğini tahmin ettiğim, bireyden ve toplumdan nefret halimi pek güzel yansıtıyordu:

En başta yaptığım alıntıda, romandaki pembe dizi yapımcısı Rodrigo Pola, esasen yeni egemen sınıfa olan eleştirisini dile getiriyordu. Bense, bunu -her bokta olduğu gibi- sefil ve güzel ülkemize uyarlamak ve de tabana yaymak ihtiyacını hissediyorum. Zira, ahlaksızlığıyla nam salmış olan bizdeki egemenler, pek de zorlanmadan bu ahlaksızlıklarını meşrulaştırıyorlar. Zorlanmamalarının sebebi, gülünç bir biçimde din/gelenek/bireyler/etnik köken v.s üzerine kurdukları ahlak anlayışlarının, yine kendi içlerinden gelen diğer ahlaksızlar tarafından aynı ölçütte gülünç bir biçimde hiçe sayılması; daha da fenası, kendilerinin bu durumla herhangi bir problemlerinin olmaması.. Bazen işler karmaşıklaşıyor, özet mi vereyim, buyurun, her şey bu cümlelerde gizli: “Ee kardeşim, çalıyor ama çalışıyor. Zaten hepsi çalıyor, bari bunda iş var. At binenin, kılıç kuşananın canım..” Örnek bir muhafazakar ahlaksızlığını görebileceğiniz bu kesitte, buram buram yüzsüzlük ve arsızlık var. Sanki çalınan tüm para kendinden çıkıyormuş ve bu parayla ne yapılacağı kendisinin yüce kararındaymış gibi, kendini tüm toplumun sahibi zannetme utanmazlığı var. Çoğunluğun tanrısal(!) yargıları ve oylarıyla (bkz. “milli irade”) iktidarı parsellemiş “kendi” ahlaksızlarının paşa gönülleri eğleme, dolu ve derin ceplerini mazur gösterme namussuzluğu var. Cehalet dolu vecizlerin, yine “milli irade” kanalıyla kutsanması köylülüğü var.

Yok, ben bu yazıyı sadece hükümete geçirmek maksadıyla yazmıyorum. Çok belirgin olduğu için kendi tabanlarından örnek verdim. Kendilerinin katil olmaları, hırsızlıkları ve en kötüsü pişkinlikleri ikrara gerek kalmayacak şekilde ayan zaten. Öfkem ve nefretim, bu coğrafyayı kucaklıyor aziz kardeşlerim!! Aynı rezil ve pespaye tutumların şahikasını da 30’lu ve 40’lı yıllarda tecrübe etmiş bir ahfadın evlatlarıyız, değil mi ya? Zorla toplama kamplarında çalıştırılan, evlerinden sistematik bir biçimde kovulan, mallarına el konulan, kalleşçe bombalanan azınlıklara yönelik nefret söylemleri, tüm muhafazakarların amentüsü olmuşken; utanmadan bu söylemleri lanetleyen ahfadın evlatları… O emirleri veren kanlı diktatörlerin ve yardakçılarının heykelleriyle yurdumuzun çehresini ağartan ahfadın evlatları onlar. Güzel ülkemize ve gelmiş geçmiş en başarılı demokrasi denemesi olan(!) Türkiye Cumhuriyeti’ne toz kondurmayan “benim devletim” ve “benim halkım” cümlelerini şiar edinmiş kepazelerin de at koşturduğu o laik günlerimiz özleniyor şimdi, öyle ya..

Hazır, barışçıl ve misafirperver ülkemizin “yabancı” kelimesini nasıl algıladığı yoluna girmişken, tekrar cana yakın muhafazakarlara dönmemek olmaz.      Şüphesiz ki onlar, başkalarının nerede, nasıl ve kimlerle yaşayabileceklerine karar verecek mercinin sahipleridirler. Kimlerin sağ kalıp, kimlerin katli vacip olduğu da kendi dimağlarının keyfiyetinden menkuldür. Devlet diyoruz biz o merciye. Örneğin, yine bir azınlığa mensup, üstelik de kendi ahlaksızlığını pazarlamayan -buraya sonra geleceğiz- bir gazeteci öldürüldüğünde, onlarca kişi, cihada gidermiş gibi gözü dönmüş, son derece rezil müsveddeler tarafından korkakça yakılarak katledildiğinde, biri çocuk 7 kişinin asayiş teröristleri tarafından canları alındığında; bu merci sanırım haftasonu tatilindeydi. Mesai erken bitmiş de olabilir. Gerçi bu olamaz, çünkü bu pislikleri yapanlar da bu mercinin adamlarıydı zaten, değil mi ya? Tüm bunlar olup biterken, işte bu ahlaksız muhafazakarlar içlerinden ve de dışlarından kıs kıs gülüyorlardı. Hatta bu ölümleri meşrulaştırmak, şimdinin iktidar sahiplerince bir zorunluluk haline getirilmişti. Neme lazım, tasmasını bir delik genişleten gurur-engelli-mürekkep akıtıcıları işlerinden ediliverirlerdi. Dolayısıyla “yani tabii öldürmek yanlış ama..” şeklinde pervasız -bir o kadar da pespaye- çıkışların sahipleri bile kendilerini güvensiz hissettiler. İstanbul trafiği ve Marmaray seferlerinin aksamaların, ne bileyim, yine İstanbul’daki su sıkıntısının kaynağı olarak “Geziciler” belirlenmeye başlandı. Böyle bir suçlama normaldi zira telekinezi ile şirk ortakları ulu başbakanlarını öldürmeye çalışan yaratıklar, her şeyi yapabilirlerdi.

“Şerefsiz basın” kısmına çok takılıyorum, kabul edeyim. En çok onlardan nefret ediyorum çünkü. Neyse bak konu nereye saptı:( Halbuki bu aşağılık muhafazakarların Gazze’de Müslümanlar katledilirken yırtınıp, Ukrayna’da ölenler için hiç ses etmemesini; Sudan diktatörünü, IŞİD adlı köpek sürüsünü rica minnet bile olsa lanetlememelerini; hadi yine lokale inelim; tüm Avrupa’yı geçip, İstanbul’dan Gebze’ye dahi gidemeyen Pippa Bacca’ya tecavüz edip, öldürmelerini, fotoğrafçı Sarai Serra’ya aynı iğrençliği yapmalarını falan anlatacaktım daha.. Daha geçenlerde iki motorcunun katledilmesini, baştaki başıbozuk herifin fetvası yüzünden, kız arkadaşının evine gelen polislerden korkup, 5. kattan düşüp ölen genci, ne bileyim, oruç tutmadığı için asayiş teröristlerince tokatlanan 70 yaşındaki amcayı anlatacaktım. Kaldı böyle:(

Şimdi beni bilen bilir de, bilmeyenler için kendimi biraz pazarlayayım -çünkü ahlaksızlık bunu gerektirir- Bu yazılanlara bakılırsa ya solcu ya liberalim, değil mi? Nah öyleyim. Onların ahlaksızlıklarını ayrı kefeye koyuyorum zaten. Onların pek bilge ve pek elit bir ahlaksızlık anlayışları var. Misal solcular, ortalama 14 fraksiyona bölünmedikleri her gün, ucuza ve çok içecekleri meyhane köşelerinde, hiç gitmedikleri Yozgat’ın işçi kesimi hakkında politik görüşlerini beyan ederler. Günde en az 10 saat çalışan, haftasonu falan olmayan proleteryanın nasıl kurtulacağına dair, Bostancı Gösteri Merkezi’nde falan fikirlerini beyan ederler. Hizmetlerini de o işçilere yaptırırlar. Toplamda 4 kişinin okuduğu beş para etmez solcu ahlaksızlıklarıyla dolu propaganda adi baskı gazetelerini pazarlarlar. Bunların gençleri pek fena abaza, yaşlıları ise ekseriyetle sarhoştur. Solcu oldukları için Gençlerbirliği ya da Beşiktaş taraftarı olurlar; rakip takımlar karşısında kendi siyasi güdümlü yönetimlerini, çoğusu ciğeri beş para etmez futbolcuları falan korurlar. Bir kısmı ezilmiş ve mağdur bireyleri dövüp, bi de marifetmiş gibi pazarlarlar. Allah belalarını versin. Daha ne yazayım, bilemedim. Kapitalizm karşısındaki öfkeleri çaresizliğe dönüşeli çok oluyor. Sistemden nemalanıp, sistem için çalışıp, artı değeri ceplerine cukkalamaları, artık sıradan bir gösteri. Özel mülkiyet ve rekabet hakkında atıp tutup; “Yalıkavak’ta bi ev yaptırdım, cennet cennet, gel bi akşam parlatalım be arkadaş!” ya da “Ne bu otobüs fiyatları böyle, ah buralara bi uçak seferleri başlasa görürüm ben bu açgözlü domuzları!” gibi cümleleri kendilerinden duyabilirsiniz. Kim ki “emek” lafını ağzına alır, işte o en büyük hırsız ve arsızdır. Lanetleyip gidiyorum, bunların ahlaksızlıkları çok çekilmez.

Liberaller için söyleyecek çok sözüm yok açıkçası. Yukarıdaki argümanları tersine çevirip, onlar için de bol bol küfredebiliriz. Gerçi onlar o arada “kırmızı ışıklar özgürlüğü kısıtlıyor mu?” gibi tartışmalarla vakit öldürdüklerinden, küfürleri duymazlar. Fanatizm devreye girince, bütün değerlerini nasıl elden bıraktıklarını görmek de paha biçilmezdir. Yani bu takım fanatizmi olur, parti fanatizmi olur, böyle şeyler. Kimsenin okumadığı, aslında tamamen okunmaya da muhtaç olunmayan 250 senelik kitaplardan alfabeler yaparlar. Seküler kısmı, dini kitapları, çok sanal ve arkaik diye eleştirirken, 500 sene evvel fikri temeli kurulmuş bir ideolojinin esiri olup, o eski tezlerle anakronizmin dibine vururlar. İktisat konusunda zerre bilgi sahibi olmadan, iki köşe yazısı okuyup, kendilerini büyük analist olarak pazarlarlar. Dünyadaki her şeyin çok geçerli ve yadsınamaz nedenleri vardır ve sonuçlar liberal değerlerle kesinkes ilintili olmalıdır. Olmasa da ayarlarız biz bir şeyler, ş’aapmayın siz. “Kahvesiz güne başlayamıyorum” insanları olarak, taban hakkında ahkam keserler. Çok sevimli çocuklardır, tanısanız siz de seversiniz.

Bu iki elit grubun ahlaksızlığı, neden ayrı kefede? Çünkü düşünsel tahakküm denilen silah bu pespaye heriflerin elinde oyuncaktır. Daha fazla okuma, görme, tanıma imkanına sahip oldukları için, kimseyi çekemezler. Zaten birbirleriyle sıklıkla cilveleşmeleri bu düşünsel tahakkümün egemenliğinin kimde kalacağı savaşıdır. Kıyamam onlara. Reziller.

Başka kim kaldı, ülkücüler mi, Kürt milliyetçileri mi? Önderleri olmadan ne yaparlardı, bilinmez. Aman öndersiz kalmasınlar ve aman silahsız kalmasınlar. Pejmürde zihinlerini iktidara dikte ettirmek için her türlü soysuzluğu yapsınlar. Çok benziyorlar birbirlerine. Çok benziyorlar herkese. Gerisi konuşmaya değmez.

Geldik en pis gruba.. Bunlar kayıtsızlar kümesi. Etrafında her türlü ahlaksızlık olup biterken ses etmeyenlerden oluşuyor bu küme. Şüphesiz ki insanlığın en bayağı ve en pespaye üyeleri burada toplanmıştır. Ezilenler, azınlıklar, haksızlığa uğrayanlar.. Bunlar, ahlaksızlıktan bitap düşmüşlerdir. Seslerini çıkartmadan, hayatlarına devam ederler. Yahut kaçıp, giderler. Kokuşmuşluktan sıkıldıkları zaman, sosyal medyada esip gürlerler, mitinglerde aktivistlik yaparlar. Bloglarında yazılar yazıp, denize giderler ancak. Sahte herifler. Nihayetinde dimağlarda sorular oluşur: “Ne yesek bu akşam?” yahut “Maçı nerede izlesek?” gibi. Her eylem, vasatlıkla sonuçlanır işte. Her şey sonuçsuz kalır bi bakıma..

Çok yazdım ve çok yoruldum. Eleştirilerim hayli yüzeysel farkındayım ama bu bir öfke yazısıydı zaten. Fazlasını beklemek aptallık olurdu. Zehrimi akıttım herhalde. Zehirsiz anlatılmaz ki bu memleket? Çünkü bu ülke üç kuruşa adam satanların ülkesi. En ufak alışverişte sizi kazıklayacak esnafın, taksicinin, emlakçının, marangozun, bakkalın ülkesi.. Sorgusuz, sualsiz sizi dövme, öldürme hakkını kendinde göre asayiş teröristlerinin; polislerin ve askerlerin ülkesi.. Sizin maaşınızdan tırtıklanan paralarla bütün gün çay içip, Solitaire oynayan, vasıfsız memurların ülkesi.. Hayatınız umurlarında olmayıp, mezkur yaşantınızın nasıl’ıyla ve ne olmalı’sıyla kafayı bozanların ülkesi.. Dolandırıcıların, gaspçıların, psikopatların ülkesi.. Arsızların, yüzsüzlerin, namussuzların, aşağılık insanların; tekmili birden ahlaksızların ülkesi; KÖTÜ İNSANLARIN ülkesi bu ülke..

Denilecek ki, “birader, her yer temiz de bir burası mı kirli? Vatan haini hadi be!”

Ben orasını bilmem, yaşadığım yer hakkında yazıyorum. Sosyologların ve dahi antropologların bileceği iş bunlar. Kanaatimce insan, her yerde az çok aynı olmalı. Şüphesiz ki kültürler, insan ahlaksızlığını belli ölçüde etkiliyor. Fakat bizde olmayıp, başka yerde olan bir enstrüman var; adı da uzlaşı. Diğerleri ahlaksızlıklarını örtecek maske olarak bunu bulup, kullanıyorlar. Bizdeki temel sorun, ahlaksızlar egemenlik mücadelesi veriyor. Sınıflar değişiyor, birleşiyor, kayboluyor. Sonunda kazananlar, öncekinden beter oluyor.

Cuma namazlarında, duanın bir parçası olarak, şöyle bir kısım vardır: “…Allahım, devletimize ve milletimize iyilikler ve güzellikler nasip eyle yarabbim!” diye..

İşte bu ülkeye lazım gelen şey dua değil, kıyamettir.

Böyle.




3 Temmuz 2014 Perşembe

Efendimiz Acemilik - 2

Hey Meursault,Tanışalım Mı? 

işte tam vaktidir!
geçmişinde boyunduruk geleceğin 
ve bu en güzel resmidir, 
aşina zıtlıkların,
hepbir hecesinin 

kendini seyretmek, 
ne tuhaf?

*Tuhaf bir biçimde kendi Meursault'mu öldürdüğümü düşünüyorum. Kan yok, hayır. Buna gelemezdim. Ölümü yavaş ve sancılı oldu. Bana kalsa, sıkıntıdan ve boşvermişlikten geberdi. Fazla oksijen de onu öldürmüş olabilir. Sonuçta bunlar ilgi isteyen yaratıklar, tembelliğe katlanamıyorlar. Neyse ki, gerisinde birçok mirasyedi bıraktı. Bunlardan da kısmetse bir Faust seçeceğim. Bazılarında potansiyel görüyorum. Kralı aman pardon şeytanı gelsin, değil mi ya?

Ayna yok mu ayna?

8 Haziran 2014 Pazar

Efendimiz Acemilik - 1

Sonsuza İsyanımdır. 

of başım.
saksılar düşecek! 
of,başıma saksılar düşecek. 
her başımı öne eğdiğimde 
her başımla eğildiğimde. 

bir başta bu saksı düşecek, 
baştan başa kımıldamazken. 
bir baştan saksı düşecek! 
baştan başıyla emrederken. 

ve bir gün her şey bitecek, 
bu saksı başıyla düşecek!

1/2






*Takribi 3,5 senedir şiir karalarım. Halâ vasatımı bulamadım. Bunun nedeni ise artık bana adice gelmeye başlayan mükemmeliyetçilik hissim. Her yazdığım kötü geliyor: melodik olarak da kötü geliyor, duygu olarak da kötü geliyor, biçim olarak da kötü geliyor. Suçuma ceza buluyorum ve ilk taşı kendime atıyorum. Artık ya recm ile zayi olurum, ya da taş ile sur olurum. Efendimiz acemilik diyorum, boşuna demiyorum. Acemi kalırsam da şair olurum, fena mı? Oluruna bakacağım bundan böyle; isteyen yardım etsin, bol bol eleştirsin. Maharet, tevfik ile kemâl bulur. Gördüğünüz gibi Osmanlıca ara paslarım mükemmel. Böyle. Geniş zaman işi bunlar.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Çok N 1K

Anlatacağım. Biraz çok, biraz az.

Hayatım, suni sorulara cevap üretmekle geçti. Hayatım dediğim de iki karış dört parmak boyu işte, ederi bilinmez. Üçüncü karışın yarı boyuna da iki gün atımı zaman kalmışken, ruhumu biraz hazmedeyim dedim (üf be, cümleye dikiz, efendimiz edebiyat!). Ne diyorduk? Heh, cevaplar cevaplar.. Adı rahmet olası Kazancakis, Zorba'da 'Patron'a ilham veriyor; 'Patron' da buyuruyor ki: '...bir kadına aşık olmakla, kitap okumak arasında seçim yapmam gerekseydi; kitap okumayı seçerdim.'

Efendiler, bendeniz, hayat ve getirdikleri bağlamında düşündüğümüz vakit; pek müşkülpesent bir adam sayılırım. Karakterim de bundan yarım kalmıştır, hep yarım olana yâr olmamın nedeni de budur. Ondandır ki üst kubbedeki rus ruletinin tek kaybedeni ben olurum. Şöyle olur; ne kadın'dan ne de kitap'tan vazgeçerim. Kalıtsal olarak akrabayız bir kere; hem sade ben değil, tüm beşeriyet ile birlikte! Ne yapayım? İkisini de seçerim. Kitaplardaki kadınlara aşık olasım gelir. En olmadı, kadın'ı kitap ederim. Bu silsile, açıklanamaz ölçütte gülünç aslında. Demezler mi ki; 'birader, hem seçenek sunulmasına karşısın, hem de ruhuna seçenek sunmaktan gocunmuyorsun?' Seçenek de ne seçenek.. Kaskatı ve bol hücreli Morpheus: kırmızı hap ile mavi hap dikotomisi gösterimize hoşgeldiniz; giriş ücretli fakat, bana 136 dakika borcunuz var.

Bir de ikisini karıştırayım diyorsun, e bazen çok oluyorsun!

Halbuki, benim de haklılık duyacağım noktalar var.. Bir kere, soru baştan falso. Her yoldan karmanyolaya getiriliyorum. Düpedüz dolandırıcılık. Neyse, küfür günahtır.

Diyeceğin şu olmalı: 'soru nedir?'

Yok ama 'Patron', senin derdin sorular değil, yavan cevaplardır! Öyle olsa bu seçeneklere itiraz ederdin? (İtiraz ederdim?) Hadi dargınlık olmasın, cevaplardan gidelim..

-Yahu, bu dünyanın sahipleri kadınlar ve kitaplar mıdır? Neden iki seçeneğimiz var? Ayrıca, madem iki seçeneğe tabiyiz, e biz köleyiz?! Ne farkı var bunun kölelikten, köle cevabı ne yapsın?
+Bilemiyorum Altan, bilemiyorum..
-Bu kadar mı yani?
+Evet. Yavan cevapların derdindeyim, bunu sen söylemiştin.
-Sen de haklısın.


(...)


Referansımıza bereket; Nemfomanyak'ta Seligman bir metafor kullanır, bilen bilir. Der ki; 'Dünya'da insanlar ikiye ayrılır: tırnak kesmeye sol elden başlayanlar ve tırnak kesmeye sağ elden başlayanlar.'

Sağlakların hegemon olduğu dünyamız için, nefis tespit. Egemenler, yani sağlaklar, işin kolayını seçenlerdir. Köleler, kölelerimiz sol neferler ise zor kısımdan başlayıp, genelde yenilenlerdir. Zira zor olan emek ister, vakit kaybettirir. Hem, kolayın tecrübesi olmadan zor, imkansıza yakınsar. Bu yüzdendir ki köleden kral olmaz. Fakat krallar da yok olmaya mahkumdur.

En nihayetinde iki seçenekle ruh seçen Dünya da başladığı yerde bitecektir, değil mi?

Her şey, hiçbir şey demek değildir. İkisi birbirine gizlenmiştir, köleden kral olmamış, kraldan köleye düşülmemiştir. Ama kral köleyi, sol da sağı bilir.

Beni de galiba bir Allah bilir.

p.s: Hahayt, sorulurdu bazı vakitler 'kendine neden 1/2 dersin?' diye.. Cevabı burada ayandır. Ne 1, ne de 0 olurum. Buna kudretim yok. Bazen 1'e bazen de 0'a cevap üretiyorum. Soruları halâ onlar soruyor.

Şeytan alsın kelamımı be.