23 Mayıs 2014 Cuma

Bir dönem elime Tolstoy'un ''hayatın anlamı'' adlı kitabı geçmişti. Daha doğrusu hediye edilmişti. Artık kinaye mi yapıldı bilemiyorum, hediye eden kişiye soramadım çünkü akabinde ilişkimiz paldır küldür bitti. Benim insanlarla olan ilişkim genelde sol kola giren ağrıyla başlar kalp kriziyle biter. Bu konuyu daha sonra irdeleyeceğim. Ben bu kitabı okumadım. Çünkü ismi yüksek değerler vaad ederken oldukça kısaydı. Böyle fiziksel çelişkilere tahammül edemem. Neyse geçenlerde bir bayan bana hayatımın anlamını sordu. Yüzeysel bir cevap verip savdım. Fakat derin düşüncelere çarkettim içimde. Şimdi öncelikle iki olasılık var. 1- Hayatın anlamı var. 2- yok. İkincisinden gidersek varoluşumuzu ebeveynlerin sarhoşken korunmasız sex yapıp kürtaj opsiyonunu değerlendirmemesine bağlayabiliriz. Bu onlara olan bakışımızı nasıl değiştirir? Ya da siktir et onları kendimizi nereye koyacağız?  Hikayelerin hissesinden keyif alan ben için boktan bir seçenek.
Anlamı varsa ne? Sonra ne olduğunu bulup ne yapacaksın? Bunları da sordum. Bi bulalım bi tarafımıza sokarız elbet. Belki ilerde vergi falan da alırlar bundan amına koyim. Mevzu bahis anlamlandırma telaşı 'yaptım oldu' şeklinde de olabilir. Ki bu bana oldukça yavan geliyor. Özlü söz paylaşan twitter hesapları gibi. ''Hepiniz hayatınızın hem senaristi hem başrolüsünüz.'' gibi bi şey. Üçüncü bir seçenek bulurum umuduyla hikayeler bakınıyorum bir süredir. Sorgulamak, tanımlamak kısıtlamakmış gibi gelmeye başladı artık. Tanım yapmayınca olasılıklar havuzu daha derin sanki. Bu varoluş öyle yarak kürek bir şey ki büyümenin yolu bunu dert etmekten geçiyor. O boşluğu doldurma çabası. Yarım kalmışlık hissini giderme uğraşı. Balık tutmak gibi bir şey lan bu. Hayat emekliliğin ta kendisi olabilir. Ruh komisyoncularından biri ''Hatırladığınız en eski çocukluk anınız hayatınızın etrafında şekillendiği merkez gibidir.'' demiş. Benim hatırladığım en eski anım; İstanbul'a amcamın yanına geliyoruz. Beni lunapark gibi bi yere götürüyorlar. Top havuzu gibi bi şeyde katıla katıla gülüyorum. O toplar beni gıdıklıyor falan. Herifin lafı ciddiye alırsak benim hayatımı yeniden şekillendirmem için bu anıdan kurtulmam, daha düzgün bi tanesini hatırlamam lazım. Neyse ki almıyorum. 24 yılda 150 yıllık sıkıldığım için kuyu kazmaya başladım.Kuyudan çıkmaya çalışanların aksine kuyu kazanlardanım. Çünkü 'kazan' kelimesinden 'kazanan' türetmek daha kolay.
Come to the orchard in spring. 
There is light and wine and sweethearts in the pomegranate flowers.  
If you do not come, these do not matter
If you do come, these do not matter 

RUMI

6 Mayıs 2014 Salı

Slogan Bulamadım


PEŞİN NOT: İşbu hikaye, çok canım sıkıldığı için yazılıyor. Esasen çok şatafatlı bir 'PEŞİN NOT' taslağı vardı kafamda ama, evrenin düşünce birikimine daha fazla zarar vermek hoş olmazdı. Neyse yani kısa, acılı ve muhtemelen çok dingilce gelecek. Bana şimdiden öyle geliyor. Niye yazıyorum? O sorunun cevabı yok; doğrusu bende güzel bi cevap yok. Marquez ölünce aklıma gelmişti, onun öyküsüne ithafen şey ediyorum. Tamam, taşak geçiliyor, tamam. Ne yapayım yani, iki kelime de ben tokuştursam, bence bu soluksuz bahar gecesine ayıp etmiş olmam. Göz hakkı diye birşey var. Bok yiyin siz.

Neden?

Yere bakıyordu. Durmuş, belki bir saati aşkın süredir oradaydı. Zamana tamah etmeyen eski tiplerin saltanatı sona ermişti kuşkusuz fakat azınlığa da yeni azalar gerekir. O da bu küçük grubun bayraktarlarından sayılırdı. Sonuç olarak fayansları incelemek de bir görevdi. Acaba bu iş için kaç kişi biraraya gelirdi? Temiz, düzenli fayanslar tek kişinin harcı değildi herhalde. Bu küçük ve son derece sikik duran, kapısı bile kapanmayan banyo, herhalde bir tabur asalak ustanın elinde imal olunmuştu. Gerizekalılar. Tek başına emek, zarafete uşaklık eder ancak; tabii bunu nereden bilecekler? Gerizekalılar. Bu çoğulluğun içinde kendine de yer vardı kuşkusuz: niye engin zamanını böyle bir yerde harcıyordu? Tamam, zaman tutumluluk istemez, fakat düşünce? Dikkatle ve zarafetle örülmeliydi. Koca dünyadaki en işe yarar uzvunun biricik işlevini bok etmek, ah, kimse buna gelemez. Her şeye cevabı olduğu gibi buna da bir cevabı vardı (şanslı herif): bu suni coğrafyanın bir tanrıçası vardı. En yüksek perdeden inen bir Vivaldi eseri gibi, kutsiyete biat ederdi. Kutsal sayılan yalnızca bir cisim olsa bile..

Kenarları fena halde özenilerek dalgalandırılmış, değerli madenlerden birçok erişkin yoldaşı bulunan, pek tozlu tarihten gelmiş gibi, iriyarı mülteciler gibi olanca heybetiyle, arkasındaki yosun tutmaya başlamış pis ve nemli duvara dayanmış bekleyen bu kocaman zaman makinesi, ki basitlikle cezalandırılacağı zaman 'ayna' diye çağrılır, tutkusuz ve kupkuru bakışlarla ona emirler yağdırıyordu. Bu köleliğin hoşuna gittiği açıktı, ademoğlu işte. İsimsiz ruhlara deva gerek.

Günün pek çok öğününde biraraya gelirlerdi. Sustular mı beraber susarlardı elbet, fakat konuşma sırası ekseriyetle tanrıçadaydı. Çokluk, rüyalardan bahseder ve yalnızlığın dedikodusunu yapardı. Diyalektik düşünmenin tam da sırası: her güç, kendi zaafiyetine mahkumdur. Acınası aslında. Her bireye ulaşmayı başarmış bu sağlam iradenin damarları varsa, herhalde kaygılar içini doldurur bu damarların. Kan vermeye de gidemezsin, gitti gider güzelim duyar. Neyse ki öyle ulvi niteliklerimiz yok. İnsan ırkı mavi hapa mahkumdur, olağanüstü bir mekan parçasında at koşturuyoruz. Yetiyor herhalde. İtirazı olan dilekçe versin kardeşim, Cuma-Pazar açığız. Meşrebinize göre seçin artık yerinizi ve gününüzü. Öyle yani.

Bu konuşmalar pek can sıkıcı geçerdi, ki normali bu. Oysaki kudretli aşkımız: suskunluk. Eylül akşamı saat 7 gibi. Saf, güzel. Sarılmış halde. İşte bu suskunlukların bedeli olarak dilini kaybetmişti. Hayatı nasıl geçiyordu meçhul. Ne yer, ne içer ve nerelere giderdi? Heybesinde az buçuk duygu kalmış mıydı? Tanrıçasıyla da kavga etmezdi, öfke duymaz mıydı hiçbir şeye? Bilinmez. Kimsenin haddine de değil. Oyun kurucu böyle istedi (canının çok sıkıldığını söylemiş miydim?).

Belki de işin doğrusu budur, dil nedir ki? Lisanların kölesi. Yok, gün aşırı kölelik kotamızı doldurduk biz. Devlet gerisinden vergi falan ister. Tiksindirici. En güzel hediyesi statik aylaklık olan bu adamın, çok da başka derdi yoktu. Sonlanmayacak her öykü gibi mutluydu. Uzun yoldan gelen güneşi karşılayan Haziran kadar mutluydu. Gerisine çok kulp bulunur elbet. Belki şu köşede küçük bir yel değirmeni vardır, kıçını dönüp yolu izleyen Rosinante de suratsızlıktan gebermektedir. Olmaz mı ikizi falan da olabilir bu herifin? Aynı evde iki farklı macera, vay canına be. Durun belki, referanslarla falan bu işi Güney Amerika edebiyatına da bağlarız. Hafif karanlık bir anlatı, renksiz karakterler hatta en iyisi..

(...)

-Beyefendi?
-Pardon, beyefendi?
+Hı?
-Buraya oturabilir miyiz, annemin bacakları rahatsız da...
+Hı.. Tabii, ne demek
-Çok sağolun
+...

Eve gidince, bi güzel döşenirim ben ya. Blog işi iyi oldu zaten. Bohem çocuk imajı iyi yürür. Geçen gün 11126 sefer 'cool görünmek istiyorsun ama beceremiyorsun cicim' yedin yine. Ekmeksiz olmaz. Ama sen ne yesen doymazsın. Neyse ya.

*Şikayetleriniz için müraacat: Götüm. Pek sadık bi dinleyicidir, öyle yücelik meziyetleri de yoktur. Valla.