11 Şubat 2014 Salı

Ladin


'elma bu
akılla olgunlaşmaz'

Seyhan Gemici - Ladin


257, ter içinde uyandı. Bu son 1 ayda kaçıncı kez başına geldi, bilmiyordu. Tüm o düşünen hayvanlardan uzaklaşalı çok olmamıştı; hayır, onlara özlem duyuyor olamazdı. Kaldı ki, tek problemi uykularıydı. Hayatında ilk kez mutlu olduğunu hissediyordu; işte, bu dağın başında onu, ne şimşek gibi çağıldayan kurt ulumaları ne de her zaman öfkeli bir düşman gibi pek yakınlarda homurdanan boz ayılar rahatsız ediyordu. Sadece yalnızlıkla paralel o kadim takip edilme paranoyası, belleğindeki bu kusursuz yeni dünyasının surlarında gedikler açıyordu. Fakat bunlar önemsizdi, son zamanlarda karşısında duran yegâne tehlike, kabuslarıydı. Her kabusu aynı imgeyle başlıyordu: hemen önünde onunla yüzleşmekten hiç çekinmeyen bir karaca ile... Çokluk, bu karacanın kendisine edecek iki çift lafı varmış gibi durduğunu düşünürdü, fakat bugüne kadar onunla hiç konuşamamıştı. Her seferinde gecenin meşum pusu aralarına giriyor ve nihaî kıyamet: uyanış. İşte kabusları kadar fena bir mecburiyet..

257, aslında önemsiz biriydi, doğduğundan beri öyleydi. Hayatının çok büyük bir kısmını yok yere hapishanede geçirmiş, orada da bu önemsizliğini sürdürmüştü. Kimbilir son 25 senede, kaç kelime konuşmuştu? Basit iletişim senaryoları ile yabanıllığından ara sıra taviz verirdi kuşkusuz ama, o kadarı. Yine de bu yabanıllık onu betimleyen tek şeydi. Zamanın ona düşen payında, ikinci bir karakter bulamazdınız: o ve giriftlerle bezenmiş beyni. Aile? Ah, hayır bu bir şaka olmalı. Dostlar? Üzerinize eğilen meraklı ve korkak gözler, sadece insanlara ait değiller ve bu dostluk tanımına girmiyor. Bir sevgili? Tesla'nın kayıtsız, küçük bir klonuyla karşı karşıyayız, rica ederim. 257, yalnız insanlardan değil, insana ait hasletlerden de nefret ediyordu. Geçmiş, öznel olmamalıydı, hayır. Onun bir geçmişi yoktu, davranışlardan uzak dururdu. Ve düşünce: büyük çaresizlik. Düşünce, ademoğlunun tabii bir özelliğiydi ve şüphesiz doğadaki en büyük zehirdi. Evet, düşünce katatonik bir olguydu -şaşırılmamalı, hapishane düşlerin dünyasıdır. Bilgi, düşlerde edinildiğine göre, eh, 257 bilgiye pek mahirdi. Sözcükler, insanın zemberinden geçmiş virüslerdi işte, onları iyi tanımalıydı; 'katatoni' nedir ki? Bir virüs- bir kez organlarınıza nüfuz etti mi, tüm hastalıklardan beterdi. Bu yüzden acı çekiyordu işte, düşünce onu yavaş yavaş ele geçiriyordu; kabuslarına söz geçiremezdi ya? Bu durumdan kurtulmanın bir yolu olmalıydı ama nasıl?

Hayatı, kendisi gibi, pek sıradandı. Hapishaneden çıktıktan sonra, içeride kazandığı üç beş kuruşla, birtakım gereçler almıştı: tüfek, türlü türlü bıçaklar, baltalar, keserler; toprağı işlemek için gerekli sıradan tarım eşyaları; basit ev gereçleri, birkaç parça kumaş, ip v.s.. Tek amacı hissizlik ve aidiyetten kurtuluştu. Sıradanlığına uygun basitlikte bir hayat işte: hayvanlar gibi yaşayacak, bitkiler gibi yüceltecekti kendini. Ve insanın en akîl yol göstericisi güneş, onunla hasbihâl olmayalı çok olmuştu; uzaktaki geçmişi gibi, insana ait bir şeydi o artık. Karanlık ise nötrdü, arafın kendisiydi hatta. Bu yüzden kuzeydeki bir dağa yerleşmiş; kendine bir ağaç-ev yapmış, avlanarak, dolaşarak ve uyuyarak geçiriyordu günlerini. Hayvanlar kadar odaklanmış, bitkiler kadar yalın.. Bu biçim, kuşkusuz ki işine gelen en sade biçimdi. Bundan vazgeçmek kolay değildi ve yeni bir yol bilmiyordu, zaten yeni nedir bilmiyordu; belki de düşüncelerin iblisi oydu, kabuslarla aklını çelmeye çalışan bir illüzyon. Öfkeliydi ve korkmuştu, bir hâl bile can sıkıcıyken, ikisi birden.. Bu çok fazlaydı.

Buna rağmen, birkaç gün sonra ilk değişikliğini yaptı, evden dışarı çıkmamaya başladı. Gerçi bu biraz da zorunluluktandı. Artık fiziksel olarak da kendini iyi hissetmiyordu. Enerji harcamaya mecali yoktu. Zaten bir süre kendine yetecek kadar stok yapmıştı, kabuslarının sahnesine dönmek istemiyordu. Ve ne mutlu ki, sıkılmak dürtüsü, pek yabancı idi ona. Sıradanlık onun için yeterliydi, aradığı da buydu şüphesiz, otomatik hayatı halihazırda kendisi için en güzel gösteriydi.

Ancak günler geçmesine rağmen bu faydalı olmuyordu, kabuslar beter bir şekilde devam ediyor, üstelik etrafında dönen dünya, sanki biçim değiştiriyordu. Sanki bu ladin ormanının içinde değil de, hayatında yalnızca birkaç kez hemhâl olmak zorunda kaldığı insan çarşılarının içinde gibiydi. Evet, bu ladin ormanı onun gibiydi, imgelerden uzak insan dünyasına tepeden bakan, sivri yapraklarıyla kendini ayrı koyan, nazik bir kuvvetle durağanlığa bel bağlayan, zamana karşı koymuş canlıların en yalın hâli. Homurtuların ardı arkası kesilmiyordu ve emindi ki boz ayılar, bu zamanlarda ortadan kaybolurlardı. Böylesi bir savaş, ruhu için en fena yıkımdı. Gittikçe kendini kaybedecek, varoluşunun nedenleri bir bir ortadan kalkarken o, rüzgarın sürüklediği ufak taşlar gibi 'yeni' yerlere mübadele edilecekti. Son, yoktu. Sonsuz vardı ve sonsuzun en büyük dostu kaderdi. Ezeli düşmanlık işte.

Sonunda, yenileceğini anladı ve kaçmaya karar verdi. Hayır, ölümden korkacak değildi, korkmaktan korkardı çoğusu.. Ölüm neydi ki; hiçlik. Hiçlik ona kurtarmazdı; bedenini evet ama ruhunu asla kurtarmazdı. Bundandır ki ölümü hiç düşünmemişti, içten içe ona bir özlem de duymuyordu. Fakat ölümden nefret de etmiyordu çünkü yalnız insana ait sonuçlardan değildi ölüm. Yine düşünüyordu işte, bu böyle gidemezdi. Nedenleri unutup, kaçmanın vakti gelmişti.

Ertesi gün yanına birkaç parça giysisini, tüfeğini ve ıvır zıvır gereçlerini alıp yola çıktı. Arkasında kendi cennetini bırakıyordu; sıradanlığın sarayı, en güzel düş, işte artık gökkuşağının ardı kadar uzaktı. Sadece önüne baktı, yürüdü, yürüdü... Artık ayakları onu çekemez hâle gelince durdu, çıkmak üzere olduğu ladin ormanının bekçilerinden birine sırtını dayadı ve çöktü. Ah, talih kötüye gitti mi hiçbir işin sonu gelmezdi: güneş açmıştı, hem de yılın bu zamanında... Ayağa kalktı ve çok uzun zaman sonra, ardından pişman olacağını bile bile küfretti. Fakat? İşte yine o homurdanmalar kulağına çalınmaya başladı, en keskin fırtınalardan beter bir sesler sürüsü, onu önüne katmış kovalıyordu. Bu delilikti, yavaş yavaş deliliğin ucundan tutmaya başlamıştı. Bağıra bağıra koşmaya devam etti, etrafındaki meraksızlığın cazibesini kaçırma pahasına olsa bile... Kuşlar dehşetle kaçışıyor; güneş, yetmezmiş gibi apansız kendini gösteren rüzgar, bitkileri hiddetlendiriyordu; oradan oraya savruluyordu herşey, sanki o tanınmış çığlığın imgesiydi bu..

Artık hareket edecek gücü kalmamıştı. Durdu, kaldı. Homurdanmalar hâla devam ediyordu. İlk defa arkasına döndü ve bir karaltıyla karşılaştı. Yutkundu. Konuşmak istiyor fakat lisanını unutmuş bir göçebe gibi dili, sözcüklerin önünü kesiyordu. Yukarı döndü ve anladı. Güneş haince gülümsüyordu.

Arkasındaki karaca, gölgesinden başka birşey değildi.


8 Şubat 2014 Cumartesi

Yav He He

Artık coğrafi mi yoksa sosyal bi gereklilik mi bilemem ancak; bu ülkede istisnasız herkese dayatılan yegâne şey: siyaset. Yani bu durum -özellikle son zamanlarda- iyice pespaye bi hâl almaya başladı. Bu durum, sanki vatandaş olmak için anayasal olarak dikte edilmiş bi şart gibi. Hayır, uygulamadan sıyrıldım da kavramsal olarak da sıkıntı var. Siyaset=Kurumlar olarak görülüyor. Can sıkıcı. Ya bi sivil toplum örgütüne ya da bi siyasi partiye üye olup, aynı zamanda aktif olmak zorundasın. Yani siyasetin kucağında olmak zorunluluğu yetmiyor, bi de katılım bekleniyor. 'Hayır' cevabı da para etmiyor. Bu yapıya angaje olmazsan, en basiti, herhangi bi bürokratik işi asla düzgün bi şekilde halledemiyorsun. İlla bi aracı devreye girmeli, yahut bizatihi sen onu devreye sokmalısın. Evinin önüne yol mu yapılması gerekiyor? İlgili belediyenin, ilgili memuruna bi iltimas geç, yahut kudretli bi siyasi amirin ismini fısılda kulağına. İkincisi daha zahmetsiz ve kârlı. Nefis iş gerçekten.

Vergi ver, askere git; ne bileyim hayırlı işler yap. Yasal ya da etik dolaylardan kesinlikle siyasi olmalısın. Vatandaşlık bağı bile yeterince siyasi bi tanım. Ama bu yetmiyor, 'makbul' de olmak gerekiyor. Bu coğrafyada bilindik hikâye bu: Müslümanlık, Türklük, Atatürkçülük v.s, tekrarlamak gereksiz. Totalde, makbul olman için, siyasi kişiliğin de yetmiyor; ne kadar makbul olduğunu hepimize siyasi yollardan göstermen de gerekiyor. Bi partiye üye ol, meydanlara in, iktidarı/muhalefeti eleştir, slogan at, mazlumun yanında ol eeahhhh ama. Bunları savunmak ayrı şey, herkesten bunların sadık bi takipçisi olmasını beklemek ayrı şey. Makbul olmak yaşamak demek. Belli kalıtsal ve/veya çevresel etkenlerle bi gruba bağlıyız ve dışlanmamak adına sürekli geviş getiriyoruz. Sen muhafazakarsın, büyüklerin işine karışma. Edebinle otur. Lider ne eylerse güzel eyler. Sen solcusun, her bok siyasetle ilintilidir, siktiğimin purosu asla sadece bi puro değildir. Mücadele et, yoksa işbirlikçi misin? Sen liberalsin, otur ve teori tartış. Muhakkak lafı Frankfurt Okulu'na getir. Kimse seni siklemeyince, en güzel öteki olduğunu düşün.

Grubumuzun doğrusuna sıkışıp kalıyoruz. Başka doğruların varlığı bile mide bulandırıcı hâle geliyor. Çarpraz sorgu mu, vah nerede? En olmadı, benim gibi lümpen takımı da üst bi siyasi kimlik uyduruyor kendine. Bak bu çok güzel. Vicdan.. Kendini olduğundan büyük görmenin kibarcası.

Heyhat, kutuplaştırıcı negatif siyasetin etkisi de bol bu coşkulu dimağlara, kabul etmek lazım. Fakat bu rutin benim çok canımı sıkıyor. Tartışmak bile istemiyorum. Etiketi yapıştırıp, diğer mamüle geçiyorum. Aptallar sürüsü işte. Bu kadar. Analiz gereksiz. İlk yazıya 'yav he he' dememin sebebi de bu. Zaman-mekan ikiliğinden de sıyrılayım haydi: eylemsel yahut söylemsel her türlü siyasetin hiçlikte buluştuğu çağlayan. Büf, pek edebi oldu. Kendimi ödüllendireyim, dolapta mandalina var. Ve bi mandalina, sadece bi mandalinadır. Allah aşkına bari onu rahat bırakalım.

4 Şubat 2014 Salı


Sene: 2011. Mevsim: sonbahar. 3 aylık digiturk faturasını ödemediğimden yayın kesilmiş & olaylara kızdığım için de oralı olmuyorum.(olaylar için bknz. 3 Temmuz'11) Müşteri hizmetleriyle yaşadığımız bir tartışmada küfrettiğim için dava ederler mi diye gerilmişken komple unuttum fatura olayını.Zaten baba ocağından ayrıldığımdan beri kesintiye uğramayan tek aboneliğim su oldu şimdiye kadar.Neyse bilen bilir izlemesem bile tvyi açık tutar enerji tüketimini maximize ederek küresel ısınmaya katkı sağlarım.Ses olsun<3. Digiturk faturanızı ödemeyince bütün kanallar kapanmıyor. TRT Belgesel ve TJKtv ye dokunmuyor sevgili digiturk.Ben bi TRT Belgesel bi Tjk Tv takılıyorum evde. O dönem TJKtv de atların ne kadar güzel hayvanlar olduğunu ve TJK Tv çalışanlarının muazzam müzik zevkini keşfettim.Eski yarışları gösterirken arkaplana superb eserler koyuyorlardı.Trt Belgeselde ise 7/24 bir Ahmet Hamdi Tanpınar belgeseli yayınlanırdı.Şairin ünlü eserleri seslendirilmiş düşük bütçeli bir belgesel.Aradan 2 ay geçti ve beklenen oldu; Digiturk'un beni dava edeceğine dair özet geçen zarf elime ulaştı.Açıp okumaya başladım.TVde yine o belgesel vardı abartmıyorum yani 7/24 aynı belgeseli veriyolardı.Hukuki dilin tatsız cümlelerini okurken yavaştan terlemeye başlayınca sakinleşme maksadıyla 'volume up oğlum' komutu verdim tvye.İşte o sırada belgeselde bu şiir seslendirildi.Zamanlama ancak bu kadar mükemmel olabilir.Özellikle ikinci dize, o an bütün benliğimi olayın vehametinden soyutladı.An içinde bir çeşit girdaba sürüklendim.Sanki Andre Santos 90+4te gol atmışçasına bir his kapladı içimi.Ahmet Hamdi Tanpınar hayatımın o anına müdahale etti.Dur koçum sakinleş dedi.Digiturk'e avukat masrafı + geciken faturaları ödeyince olay tatlıya bağlandı.Sonraları alışkanlık edindim.Ne zaman gerilsem besmele getirir gibi bu şiiri söylerim içimden. -Doygun- [İYİ ANI]