12 Ekim 2014 Pazar

Bilemiyorum Altan, Bilemiyorum

"Korku köleliktir."

Platon


"Buyrun sahip."

Hasan Babaic


Fena halde vasat bir Pazar gününün ertesinde yapılacak çok şey yoktur. Bendeniz, çokluk göz kapaklarımı uyuşturucu dizilerin yahut sarmayan kitapların arasında kaybolurum. Ancak bugün, bu vasatlığı taçlandırmak adına, en iyi bildiğim(?) işlerden birini yaparak; yazmaya girişeyim dedim. Üstelik elimde bir yazıya konu olabilecek herhangi bir argümanım yoktu. İşin açıkçası kendime bir tema bile bulamamış durumdaydım..

2-3 ay geçmiştir herhalde son post'u koyalı buraya.. Bu zaman zarfında az buçuk iş, çok buçuk dinlence yaparak, hayatımın birçok hücresini öldürmeyi başardım. Yine bu zaman zarfında tahayyülümde kalabalık eden fikirlerimi de tamamen kendi irademle kürtaj (evet, pre-choice, hep destek tam destek!) ettirmiş bulunmaktayım. Ki bunlar sırasıyla; görgüsüzlüğe övgü niteliğindeki bir gezi yazısı, bir şekilde benim otobüs terminali takıntıma uğrayacak düpedüz kötü ve pejmürde bir mini-polisiye, şimdiye kadar aşık olduğum kızların görme organlarına dair, nedense çok kısa bir zaman zarfı için pek romantik bulduğum uyuz bir deneme ve son olarak herhalde 2012'nin son günlerinde patlattığım epey sıradan bir 'sıkılmışlık şiirinin' meraksız gözlere kanırtılmasıydı. Şükür ki bunlar hiç yaşanmadı. Acaba neden? İşte pek sevgili ve varolmayan (sakallı bebek?) kari, bu yazının olayı da bu: neden?

2007 yılında, sivilcesiz fakat kuru suratlı bir liseli olarak hayattaki en büyük ideallerimden biri; Can Dündar'ın 'Neden?' isimli, klasik açık oturum tarzı programına bir gün tartışmacı olarak katılabilmekti. O zamanlar totaliter bir rejim olmayan, aslında herhangi bir rejimle anılamayacak bir Türkiye vardı tabii. Kilo vermeye çalışıyordu Türkiye ama 'zayıflama hapı' diye birşey ile bunun mümkün olabileceğine inanıyordu ne yazık ki. Neyse yani, insanlar tartışıyorlardı güzel güzel. Bense deli gibi programı ve hatta tekrarlarını ezber ederdim. Hayli samimi lise ortamımızda da yükseklerde gezinirdim tabii. Zat-ı alim, her konuya vakıf müthiş bir entelektüel, boş zamanlarında ansiklopedi okuyan bir kültür deryası ve garip bir biçimde bir önceki münazarada kendi hazırladığı metinler 70 puan farkla mağlup olmasına rağmen; cevval bir tartışmacı olarak kabul görürdü. Gerizekalı liseliler.

Efendim köprünün altından çok sular aktı. Bendeniz bu sahte kabul görmüşlüğün hava gazıyla, her daim kendini üstte tutan yeni hasat zeytinyağı gibi davranır oldum. Sıradanlığın ayyaşlığında, etrafıma surlar inşa ettim. "Her şeye bok atıyorsun" mevzusunun edebi külahı işte. Aslında bu blog, şiir yazmam falan bazen bu tutumun eylembiliminde incelenmeli gibi geliyor bana. Neyse. Bu cafcaflı madrabazlık öyküm, işte hayatımın en mübhem şu dönüm noktasında bana dert oldu. Özetle: korkuyorum. Ne yapacağını bilememe dürtüsü, en bedbaht kanser hastasının bile kucağına oturmuştur. Bunu bir arkadaş da söyledi bana mesela; "korkaksın ama sen de" dedi. Çok koymalı aslında bu laf insana. Bana hiç koymadı. Galiba vaziyet-i halimizden memnun sayılır gibiyiz. Oysa bizimkisi de çaresizlik davası.

Arılardan, dişçilerden ne bileyim siklenmemekten falan korkarım. Kaldı ki bunlar beyhude şeyler değildir; insan yüz yüze gelir bunlarla. Ancak bir insanın hülyalarına dair korkusu olur mu a? Bir insanın hiç tahayyülü olmaz mı? Merak ediyorum. Bu aralar çok merak ediyorum. Lisans hayatımda öğrendiğim yegane şey sandığım "tecrübe", işte bu noktada bekine hiç yardıma gelmeyen kanat oyuncusu.. Anılarıma ne olacak diye merak ediyorum. Korkularımın cehennemine hoş geldiniz.

İnsan büyüyor ki bu bence Tanrı'dan gelen troll'lüklerin en fenası. 25 yaşına geliyorsun, 'hangi işe girsem, askerliği aradan çıkartsam mı, ulan evlensem mi götlük olsun diye yahut gitmek mi lazım artık bu şehirden' gibi türlü tevatür içindeki şeytanın muavinliğine koşuyor. Ah o içimizdeki şeytan, Ömer'in başını da o yemişti ya. Faust'un Türkiye şubesinden bahsediyorum. Her kararsızlığımızın Tanrı'sı, nasılsa epey de harcıalem bir soytarı. Korkun ondan, kendi korkaklığınızın aynasıdır o içinizdeki şeytan. Hem kafiyeli olunca ikna da olursunuz.

Anladım ki, ben bu işlerden hiç anlamayacağım. Ben hep korkacağım. Eskiden uzak kalmaktan, düzenden ve planlardan hep korkacağım. Bir masum Bekir gibi bir yolumuz bile yok ki koyduğumun yerinde, hepimiz Bekir'ken hem de.

İyisi mi saate bakmayalım, zamana aman olmuyor.





26 Temmuz 2014 Cumartesi

Türkiye: Ahlaksızların Ülkesi

Havasına, Suyuna, Taşına, Toprağına…

Türkiye: Ahlaksızların Ülkesi


“…Başlı başına bir ırk gibidir bu insanlar, akıl almaz avamlıktadırlar, Señor, sınıfsız insanlardır bunlar, ne halkın bağrından gelirler, ne orta sınıftan ne de herhangi başka bir sınıftan; suçtan beslenen lümpenlerdir bunlar, toplumun fidyecileridir, sonradan görmelerin en aşağılıkları, en acımasızları, en açgözlüleridir, hiçbir idealleri yoktur, öldürmek, sömürmek, yağmalamak için fırsat kollarlar…”

Carlos Fuentes – Cennet’teki Adem


Öfkeliyim. Yok, bu öyle her genç kökenli ayının hissettiği türden dönemsel bir öfke değil. Zaten “öfke” cihetinin bendeki karşılığı da sözlük tanımına pek uygun değil. Şöyle ki; bu illet bende birikiyor. Biriktikçe büyüyor, güçleniyor. Her durumda özneliğe teşne hale geliyor ancak her zaman eyleme dönüşmüyor. Bütün ruhu ve bütün aklı sarmalıyor. Hele ki bir dış etken tarafından taciz edilmeye görsün, tüm beynimi ele geçiriyor.
Bütün bunları niye anlatıyorum, bilmiyorum. Ama beni, bunları yazmaya iten şeyi biliyorum. Halihazırda tüm öfkelilerin düşündüğü, bazen çekinerek de olsa dile gelen isyan etme dürtüsüdür; buna neden. Geçenlerde Twitter’da gördüğüm ufak çaplı bir analiz, öfkemin büyük kısmını fethettiğini tahmin ettiğim, bireyden ve toplumdan nefret halimi pek güzel yansıtıyordu:

En başta yaptığım alıntıda, romandaki pembe dizi yapımcısı Rodrigo Pola, esasen yeni egemen sınıfa olan eleştirisini dile getiriyordu. Bense, bunu -her bokta olduğu gibi- sefil ve güzel ülkemize uyarlamak ve de tabana yaymak ihtiyacını hissediyorum. Zira, ahlaksızlığıyla nam salmış olan bizdeki egemenler, pek de zorlanmadan bu ahlaksızlıklarını meşrulaştırıyorlar. Zorlanmamalarının sebebi, gülünç bir biçimde din/gelenek/bireyler/etnik köken v.s üzerine kurdukları ahlak anlayışlarının, yine kendi içlerinden gelen diğer ahlaksızlar tarafından aynı ölçütte gülünç bir biçimde hiçe sayılması; daha da fenası, kendilerinin bu durumla herhangi bir problemlerinin olmaması.. Bazen işler karmaşıklaşıyor, özet mi vereyim, buyurun, her şey bu cümlelerde gizli: “Ee kardeşim, çalıyor ama çalışıyor. Zaten hepsi çalıyor, bari bunda iş var. At binenin, kılıç kuşananın canım..” Örnek bir muhafazakar ahlaksızlığını görebileceğiniz bu kesitte, buram buram yüzsüzlük ve arsızlık var. Sanki çalınan tüm para kendinden çıkıyormuş ve bu parayla ne yapılacağı kendisinin yüce kararındaymış gibi, kendini tüm toplumun sahibi zannetme utanmazlığı var. Çoğunluğun tanrısal(!) yargıları ve oylarıyla (bkz. “milli irade”) iktidarı parsellemiş “kendi” ahlaksızlarının paşa gönülleri eğleme, dolu ve derin ceplerini mazur gösterme namussuzluğu var. Cehalet dolu vecizlerin, yine “milli irade” kanalıyla kutsanması köylülüğü var.

Yok, ben bu yazıyı sadece hükümete geçirmek maksadıyla yazmıyorum. Çok belirgin olduğu için kendi tabanlarından örnek verdim. Kendilerinin katil olmaları, hırsızlıkları ve en kötüsü pişkinlikleri ikrara gerek kalmayacak şekilde ayan zaten. Öfkem ve nefretim, bu coğrafyayı kucaklıyor aziz kardeşlerim!! Aynı rezil ve pespaye tutumların şahikasını da 30’lu ve 40’lı yıllarda tecrübe etmiş bir ahfadın evlatlarıyız, değil mi ya? Zorla toplama kamplarında çalıştırılan, evlerinden sistematik bir biçimde kovulan, mallarına el konulan, kalleşçe bombalanan azınlıklara yönelik nefret söylemleri, tüm muhafazakarların amentüsü olmuşken; utanmadan bu söylemleri lanetleyen ahfadın evlatları… O emirleri veren kanlı diktatörlerin ve yardakçılarının heykelleriyle yurdumuzun çehresini ağartan ahfadın evlatları onlar. Güzel ülkemize ve gelmiş geçmiş en başarılı demokrasi denemesi olan(!) Türkiye Cumhuriyeti’ne toz kondurmayan “benim devletim” ve “benim halkım” cümlelerini şiar edinmiş kepazelerin de at koşturduğu o laik günlerimiz özleniyor şimdi, öyle ya..

Hazır, barışçıl ve misafirperver ülkemizin “yabancı” kelimesini nasıl algıladığı yoluna girmişken, tekrar cana yakın muhafazakarlara dönmemek olmaz.      Şüphesiz ki onlar, başkalarının nerede, nasıl ve kimlerle yaşayabileceklerine karar verecek mercinin sahipleridirler. Kimlerin sağ kalıp, kimlerin katli vacip olduğu da kendi dimağlarının keyfiyetinden menkuldür. Devlet diyoruz biz o merciye. Örneğin, yine bir azınlığa mensup, üstelik de kendi ahlaksızlığını pazarlamayan -buraya sonra geleceğiz- bir gazeteci öldürüldüğünde, onlarca kişi, cihada gidermiş gibi gözü dönmüş, son derece rezil müsveddeler tarafından korkakça yakılarak katledildiğinde, biri çocuk 7 kişinin asayiş teröristleri tarafından canları alındığında; bu merci sanırım haftasonu tatilindeydi. Mesai erken bitmiş de olabilir. Gerçi bu olamaz, çünkü bu pislikleri yapanlar da bu mercinin adamlarıydı zaten, değil mi ya? Tüm bunlar olup biterken, işte bu ahlaksız muhafazakarlar içlerinden ve de dışlarından kıs kıs gülüyorlardı. Hatta bu ölümleri meşrulaştırmak, şimdinin iktidar sahiplerince bir zorunluluk haline getirilmişti. Neme lazım, tasmasını bir delik genişleten gurur-engelli-mürekkep akıtıcıları işlerinden ediliverirlerdi. Dolayısıyla “yani tabii öldürmek yanlış ama..” şeklinde pervasız -bir o kadar da pespaye- çıkışların sahipleri bile kendilerini güvensiz hissettiler. İstanbul trafiği ve Marmaray seferlerinin aksamaların, ne bileyim, yine İstanbul’daki su sıkıntısının kaynağı olarak “Geziciler” belirlenmeye başlandı. Böyle bir suçlama normaldi zira telekinezi ile şirk ortakları ulu başbakanlarını öldürmeye çalışan yaratıklar, her şeyi yapabilirlerdi.

“Şerefsiz basın” kısmına çok takılıyorum, kabul edeyim. En çok onlardan nefret ediyorum çünkü. Neyse bak konu nereye saptı:( Halbuki bu aşağılık muhafazakarların Gazze’de Müslümanlar katledilirken yırtınıp, Ukrayna’da ölenler için hiç ses etmemesini; Sudan diktatörünü, IŞİD adlı köpek sürüsünü rica minnet bile olsa lanetlememelerini; hadi yine lokale inelim; tüm Avrupa’yı geçip, İstanbul’dan Gebze’ye dahi gidemeyen Pippa Bacca’ya tecavüz edip, öldürmelerini, fotoğrafçı Sarai Serra’ya aynı iğrençliği yapmalarını falan anlatacaktım daha.. Daha geçenlerde iki motorcunun katledilmesini, baştaki başıbozuk herifin fetvası yüzünden, kız arkadaşının evine gelen polislerden korkup, 5. kattan düşüp ölen genci, ne bileyim, oruç tutmadığı için asayiş teröristlerince tokatlanan 70 yaşındaki amcayı anlatacaktım. Kaldı böyle:(

Şimdi beni bilen bilir de, bilmeyenler için kendimi biraz pazarlayayım -çünkü ahlaksızlık bunu gerektirir- Bu yazılanlara bakılırsa ya solcu ya liberalim, değil mi? Nah öyleyim. Onların ahlaksızlıklarını ayrı kefeye koyuyorum zaten. Onların pek bilge ve pek elit bir ahlaksızlık anlayışları var. Misal solcular, ortalama 14 fraksiyona bölünmedikleri her gün, ucuza ve çok içecekleri meyhane köşelerinde, hiç gitmedikleri Yozgat’ın işçi kesimi hakkında politik görüşlerini beyan ederler. Günde en az 10 saat çalışan, haftasonu falan olmayan proleteryanın nasıl kurtulacağına dair, Bostancı Gösteri Merkezi’nde falan fikirlerini beyan ederler. Hizmetlerini de o işçilere yaptırırlar. Toplamda 4 kişinin okuduğu beş para etmez solcu ahlaksızlıklarıyla dolu propaganda adi baskı gazetelerini pazarlarlar. Bunların gençleri pek fena abaza, yaşlıları ise ekseriyetle sarhoştur. Solcu oldukları için Gençlerbirliği ya da Beşiktaş taraftarı olurlar; rakip takımlar karşısında kendi siyasi güdümlü yönetimlerini, çoğusu ciğeri beş para etmez futbolcuları falan korurlar. Bir kısmı ezilmiş ve mağdur bireyleri dövüp, bi de marifetmiş gibi pazarlarlar. Allah belalarını versin. Daha ne yazayım, bilemedim. Kapitalizm karşısındaki öfkeleri çaresizliğe dönüşeli çok oluyor. Sistemden nemalanıp, sistem için çalışıp, artı değeri ceplerine cukkalamaları, artık sıradan bir gösteri. Özel mülkiyet ve rekabet hakkında atıp tutup; “Yalıkavak’ta bi ev yaptırdım, cennet cennet, gel bi akşam parlatalım be arkadaş!” ya da “Ne bu otobüs fiyatları böyle, ah buralara bi uçak seferleri başlasa görürüm ben bu açgözlü domuzları!” gibi cümleleri kendilerinden duyabilirsiniz. Kim ki “emek” lafını ağzına alır, işte o en büyük hırsız ve arsızdır. Lanetleyip gidiyorum, bunların ahlaksızlıkları çok çekilmez.

Liberaller için söyleyecek çok sözüm yok açıkçası. Yukarıdaki argümanları tersine çevirip, onlar için de bol bol küfredebiliriz. Gerçi onlar o arada “kırmızı ışıklar özgürlüğü kısıtlıyor mu?” gibi tartışmalarla vakit öldürdüklerinden, küfürleri duymazlar. Fanatizm devreye girince, bütün değerlerini nasıl elden bıraktıklarını görmek de paha biçilmezdir. Yani bu takım fanatizmi olur, parti fanatizmi olur, böyle şeyler. Kimsenin okumadığı, aslında tamamen okunmaya da muhtaç olunmayan 250 senelik kitaplardan alfabeler yaparlar. Seküler kısmı, dini kitapları, çok sanal ve arkaik diye eleştirirken, 500 sene evvel fikri temeli kurulmuş bir ideolojinin esiri olup, o eski tezlerle anakronizmin dibine vururlar. İktisat konusunda zerre bilgi sahibi olmadan, iki köşe yazısı okuyup, kendilerini büyük analist olarak pazarlarlar. Dünyadaki her şeyin çok geçerli ve yadsınamaz nedenleri vardır ve sonuçlar liberal değerlerle kesinkes ilintili olmalıdır. Olmasa da ayarlarız biz bir şeyler, ş’aapmayın siz. “Kahvesiz güne başlayamıyorum” insanları olarak, taban hakkında ahkam keserler. Çok sevimli çocuklardır, tanısanız siz de seversiniz.

Bu iki elit grubun ahlaksızlığı, neden ayrı kefede? Çünkü düşünsel tahakküm denilen silah bu pespaye heriflerin elinde oyuncaktır. Daha fazla okuma, görme, tanıma imkanına sahip oldukları için, kimseyi çekemezler. Zaten birbirleriyle sıklıkla cilveleşmeleri bu düşünsel tahakkümün egemenliğinin kimde kalacağı savaşıdır. Kıyamam onlara. Reziller.

Başka kim kaldı, ülkücüler mi, Kürt milliyetçileri mi? Önderleri olmadan ne yaparlardı, bilinmez. Aman öndersiz kalmasınlar ve aman silahsız kalmasınlar. Pejmürde zihinlerini iktidara dikte ettirmek için her türlü soysuzluğu yapsınlar. Çok benziyorlar birbirlerine. Çok benziyorlar herkese. Gerisi konuşmaya değmez.

Geldik en pis gruba.. Bunlar kayıtsızlar kümesi. Etrafında her türlü ahlaksızlık olup biterken ses etmeyenlerden oluşuyor bu küme. Şüphesiz ki insanlığın en bayağı ve en pespaye üyeleri burada toplanmıştır. Ezilenler, azınlıklar, haksızlığa uğrayanlar.. Bunlar, ahlaksızlıktan bitap düşmüşlerdir. Seslerini çıkartmadan, hayatlarına devam ederler. Yahut kaçıp, giderler. Kokuşmuşluktan sıkıldıkları zaman, sosyal medyada esip gürlerler, mitinglerde aktivistlik yaparlar. Bloglarında yazılar yazıp, denize giderler ancak. Sahte herifler. Nihayetinde dimağlarda sorular oluşur: “Ne yesek bu akşam?” yahut “Maçı nerede izlesek?” gibi. Her eylem, vasatlıkla sonuçlanır işte. Her şey sonuçsuz kalır bi bakıma..

Çok yazdım ve çok yoruldum. Eleştirilerim hayli yüzeysel farkındayım ama bu bir öfke yazısıydı zaten. Fazlasını beklemek aptallık olurdu. Zehrimi akıttım herhalde. Zehirsiz anlatılmaz ki bu memleket? Çünkü bu ülke üç kuruşa adam satanların ülkesi. En ufak alışverişte sizi kazıklayacak esnafın, taksicinin, emlakçının, marangozun, bakkalın ülkesi.. Sorgusuz, sualsiz sizi dövme, öldürme hakkını kendinde göre asayiş teröristlerinin; polislerin ve askerlerin ülkesi.. Sizin maaşınızdan tırtıklanan paralarla bütün gün çay içip, Solitaire oynayan, vasıfsız memurların ülkesi.. Hayatınız umurlarında olmayıp, mezkur yaşantınızın nasıl’ıyla ve ne olmalı’sıyla kafayı bozanların ülkesi.. Dolandırıcıların, gaspçıların, psikopatların ülkesi.. Arsızların, yüzsüzlerin, namussuzların, aşağılık insanların; tekmili birden ahlaksızların ülkesi; KÖTÜ İNSANLARIN ülkesi bu ülke..

Denilecek ki, “birader, her yer temiz de bir burası mı kirli? Vatan haini hadi be!”

Ben orasını bilmem, yaşadığım yer hakkında yazıyorum. Sosyologların ve dahi antropologların bileceği iş bunlar. Kanaatimce insan, her yerde az çok aynı olmalı. Şüphesiz ki kültürler, insan ahlaksızlığını belli ölçüde etkiliyor. Fakat bizde olmayıp, başka yerde olan bir enstrüman var; adı da uzlaşı. Diğerleri ahlaksızlıklarını örtecek maske olarak bunu bulup, kullanıyorlar. Bizdeki temel sorun, ahlaksızlar egemenlik mücadelesi veriyor. Sınıflar değişiyor, birleşiyor, kayboluyor. Sonunda kazananlar, öncekinden beter oluyor.

Cuma namazlarında, duanın bir parçası olarak, şöyle bir kısım vardır: “…Allahım, devletimize ve milletimize iyilikler ve güzellikler nasip eyle yarabbim!” diye..

İşte bu ülkeye lazım gelen şey dua değil, kıyamettir.

Böyle.




3 Temmuz 2014 Perşembe

Efendimiz Acemilik - 2

Hey Meursault,Tanışalım Mı? 

işte tam vaktidir!
geçmişinde boyunduruk geleceğin 
ve bu en güzel resmidir, 
aşina zıtlıkların,
hepbir hecesinin 

kendini seyretmek, 
ne tuhaf?

*Tuhaf bir biçimde kendi Meursault'mu öldürdüğümü düşünüyorum. Kan yok, hayır. Buna gelemezdim. Ölümü yavaş ve sancılı oldu. Bana kalsa, sıkıntıdan ve boşvermişlikten geberdi. Fazla oksijen de onu öldürmüş olabilir. Sonuçta bunlar ilgi isteyen yaratıklar, tembelliğe katlanamıyorlar. Neyse ki, gerisinde birçok mirasyedi bıraktı. Bunlardan da kısmetse bir Faust seçeceğim. Bazılarında potansiyel görüyorum. Kralı aman pardon şeytanı gelsin, değil mi ya?

Ayna yok mu ayna?

8 Haziran 2014 Pazar

Efendimiz Acemilik - 1

Sonsuza İsyanımdır. 

of başım.
saksılar düşecek! 
of,başıma saksılar düşecek. 
her başımı öne eğdiğimde 
her başımla eğildiğimde. 

bir başta bu saksı düşecek, 
baştan başa kımıldamazken. 
bir baştan saksı düşecek! 
baştan başıyla emrederken. 

ve bir gün her şey bitecek, 
bu saksı başıyla düşecek!

1/2






*Takribi 3,5 senedir şiir karalarım. Halâ vasatımı bulamadım. Bunun nedeni ise artık bana adice gelmeye başlayan mükemmeliyetçilik hissim. Her yazdığım kötü geliyor: melodik olarak da kötü geliyor, duygu olarak da kötü geliyor, biçim olarak da kötü geliyor. Suçuma ceza buluyorum ve ilk taşı kendime atıyorum. Artık ya recm ile zayi olurum, ya da taş ile sur olurum. Efendimiz acemilik diyorum, boşuna demiyorum. Acemi kalırsam da şair olurum, fena mı? Oluruna bakacağım bundan böyle; isteyen yardım etsin, bol bol eleştirsin. Maharet, tevfik ile kemâl bulur. Gördüğünüz gibi Osmanlıca ara paslarım mükemmel. Böyle. Geniş zaman işi bunlar.

7 Haziran 2014 Cumartesi

Çok N 1K

Anlatacağım. Biraz çok, biraz az.

Hayatım, suni sorulara cevap üretmekle geçti. Hayatım dediğim de iki karış dört parmak boyu işte, ederi bilinmez. Üçüncü karışın yarı boyuna da iki gün atımı zaman kalmışken, ruhumu biraz hazmedeyim dedim (üf be, cümleye dikiz, efendimiz edebiyat!). Ne diyorduk? Heh, cevaplar cevaplar.. Adı rahmet olası Kazancakis, Zorba'da 'Patron'a ilham veriyor; 'Patron' da buyuruyor ki: '...bir kadına aşık olmakla, kitap okumak arasında seçim yapmam gerekseydi; kitap okumayı seçerdim.'

Efendiler, bendeniz, hayat ve getirdikleri bağlamında düşündüğümüz vakit; pek müşkülpesent bir adam sayılırım. Karakterim de bundan yarım kalmıştır, hep yarım olana yâr olmamın nedeni de budur. Ondandır ki üst kubbedeki rus ruletinin tek kaybedeni ben olurum. Şöyle olur; ne kadın'dan ne de kitap'tan vazgeçerim. Kalıtsal olarak akrabayız bir kere; hem sade ben değil, tüm beşeriyet ile birlikte! Ne yapayım? İkisini de seçerim. Kitaplardaki kadınlara aşık olasım gelir. En olmadı, kadın'ı kitap ederim. Bu silsile, açıklanamaz ölçütte gülünç aslında. Demezler mi ki; 'birader, hem seçenek sunulmasına karşısın, hem de ruhuna seçenek sunmaktan gocunmuyorsun?' Seçenek de ne seçenek.. Kaskatı ve bol hücreli Morpheus: kırmızı hap ile mavi hap dikotomisi gösterimize hoşgeldiniz; giriş ücretli fakat, bana 136 dakika borcunuz var.

Bir de ikisini karıştırayım diyorsun, e bazen çok oluyorsun!

Halbuki, benim de haklılık duyacağım noktalar var.. Bir kere, soru baştan falso. Her yoldan karmanyolaya getiriliyorum. Düpedüz dolandırıcılık. Neyse, küfür günahtır.

Diyeceğin şu olmalı: 'soru nedir?'

Yok ama 'Patron', senin derdin sorular değil, yavan cevaplardır! Öyle olsa bu seçeneklere itiraz ederdin? (İtiraz ederdim?) Hadi dargınlık olmasın, cevaplardan gidelim..

-Yahu, bu dünyanın sahipleri kadınlar ve kitaplar mıdır? Neden iki seçeneğimiz var? Ayrıca, madem iki seçeneğe tabiyiz, e biz köleyiz?! Ne farkı var bunun kölelikten, köle cevabı ne yapsın?
+Bilemiyorum Altan, bilemiyorum..
-Bu kadar mı yani?
+Evet. Yavan cevapların derdindeyim, bunu sen söylemiştin.
-Sen de haklısın.


(...)


Referansımıza bereket; Nemfomanyak'ta Seligman bir metafor kullanır, bilen bilir. Der ki; 'Dünya'da insanlar ikiye ayrılır: tırnak kesmeye sol elden başlayanlar ve tırnak kesmeye sağ elden başlayanlar.'

Sağlakların hegemon olduğu dünyamız için, nefis tespit. Egemenler, yani sağlaklar, işin kolayını seçenlerdir. Köleler, kölelerimiz sol neferler ise zor kısımdan başlayıp, genelde yenilenlerdir. Zira zor olan emek ister, vakit kaybettirir. Hem, kolayın tecrübesi olmadan zor, imkansıza yakınsar. Bu yüzdendir ki köleden kral olmaz. Fakat krallar da yok olmaya mahkumdur.

En nihayetinde iki seçenekle ruh seçen Dünya da başladığı yerde bitecektir, değil mi?

Her şey, hiçbir şey demek değildir. İkisi birbirine gizlenmiştir, köleden kral olmamış, kraldan köleye düşülmemiştir. Ama kral köleyi, sol da sağı bilir.

Beni de galiba bir Allah bilir.

p.s: Hahayt, sorulurdu bazı vakitler 'kendine neden 1/2 dersin?' diye.. Cevabı burada ayandır. Ne 1, ne de 0 olurum. Buna kudretim yok. Bazen 1'e bazen de 0'a cevap üretiyorum. Soruları halâ onlar soruyor.

Şeytan alsın kelamımı be.

23 Mayıs 2014 Cuma

Bir dönem elime Tolstoy'un ''hayatın anlamı'' adlı kitabı geçmişti. Daha doğrusu hediye edilmişti. Artık kinaye mi yapıldı bilemiyorum, hediye eden kişiye soramadım çünkü akabinde ilişkimiz paldır küldür bitti. Benim insanlarla olan ilişkim genelde sol kola giren ağrıyla başlar kalp kriziyle biter. Bu konuyu daha sonra irdeleyeceğim. Ben bu kitabı okumadım. Çünkü ismi yüksek değerler vaad ederken oldukça kısaydı. Böyle fiziksel çelişkilere tahammül edemem. Neyse geçenlerde bir bayan bana hayatımın anlamını sordu. Yüzeysel bir cevap verip savdım. Fakat derin düşüncelere çarkettim içimde. Şimdi öncelikle iki olasılık var. 1- Hayatın anlamı var. 2- yok. İkincisinden gidersek varoluşumuzu ebeveynlerin sarhoşken korunmasız sex yapıp kürtaj opsiyonunu değerlendirmemesine bağlayabiliriz. Bu onlara olan bakışımızı nasıl değiştirir? Ya da siktir et onları kendimizi nereye koyacağız?  Hikayelerin hissesinden keyif alan ben için boktan bir seçenek.
Anlamı varsa ne? Sonra ne olduğunu bulup ne yapacaksın? Bunları da sordum. Bi bulalım bi tarafımıza sokarız elbet. Belki ilerde vergi falan da alırlar bundan amına koyim. Mevzu bahis anlamlandırma telaşı 'yaptım oldu' şeklinde de olabilir. Ki bu bana oldukça yavan geliyor. Özlü söz paylaşan twitter hesapları gibi. ''Hepiniz hayatınızın hem senaristi hem başrolüsünüz.'' gibi bi şey. Üçüncü bir seçenek bulurum umuduyla hikayeler bakınıyorum bir süredir. Sorgulamak, tanımlamak kısıtlamakmış gibi gelmeye başladı artık. Tanım yapmayınca olasılıklar havuzu daha derin sanki. Bu varoluş öyle yarak kürek bir şey ki büyümenin yolu bunu dert etmekten geçiyor. O boşluğu doldurma çabası. Yarım kalmışlık hissini giderme uğraşı. Balık tutmak gibi bir şey lan bu. Hayat emekliliğin ta kendisi olabilir. Ruh komisyoncularından biri ''Hatırladığınız en eski çocukluk anınız hayatınızın etrafında şekillendiği merkez gibidir.'' demiş. Benim hatırladığım en eski anım; İstanbul'a amcamın yanına geliyoruz. Beni lunapark gibi bi yere götürüyorlar. Top havuzu gibi bi şeyde katıla katıla gülüyorum. O toplar beni gıdıklıyor falan. Herifin lafı ciddiye alırsak benim hayatımı yeniden şekillendirmem için bu anıdan kurtulmam, daha düzgün bi tanesini hatırlamam lazım. Neyse ki almıyorum. 24 yılda 150 yıllık sıkıldığım için kuyu kazmaya başladım.Kuyudan çıkmaya çalışanların aksine kuyu kazanlardanım. Çünkü 'kazan' kelimesinden 'kazanan' türetmek daha kolay.
Come to the orchard in spring. 
There is light and wine and sweethearts in the pomegranate flowers.  
If you do not come, these do not matter
If you do come, these do not matter 

RUMI

6 Mayıs 2014 Salı

Slogan Bulamadım


PEŞİN NOT: İşbu hikaye, çok canım sıkıldığı için yazılıyor. Esasen çok şatafatlı bir 'PEŞİN NOT' taslağı vardı kafamda ama, evrenin düşünce birikimine daha fazla zarar vermek hoş olmazdı. Neyse yani kısa, acılı ve muhtemelen çok dingilce gelecek. Bana şimdiden öyle geliyor. Niye yazıyorum? O sorunun cevabı yok; doğrusu bende güzel bi cevap yok. Marquez ölünce aklıma gelmişti, onun öyküsüne ithafen şey ediyorum. Tamam, taşak geçiliyor, tamam. Ne yapayım yani, iki kelime de ben tokuştursam, bence bu soluksuz bahar gecesine ayıp etmiş olmam. Göz hakkı diye birşey var. Bok yiyin siz.

Neden?

Yere bakıyordu. Durmuş, belki bir saati aşkın süredir oradaydı. Zamana tamah etmeyen eski tiplerin saltanatı sona ermişti kuşkusuz fakat azınlığa da yeni azalar gerekir. O da bu küçük grubun bayraktarlarından sayılırdı. Sonuç olarak fayansları incelemek de bir görevdi. Acaba bu iş için kaç kişi biraraya gelirdi? Temiz, düzenli fayanslar tek kişinin harcı değildi herhalde. Bu küçük ve son derece sikik duran, kapısı bile kapanmayan banyo, herhalde bir tabur asalak ustanın elinde imal olunmuştu. Gerizekalılar. Tek başına emek, zarafete uşaklık eder ancak; tabii bunu nereden bilecekler? Gerizekalılar. Bu çoğulluğun içinde kendine de yer vardı kuşkusuz: niye engin zamanını böyle bir yerde harcıyordu? Tamam, zaman tutumluluk istemez, fakat düşünce? Dikkatle ve zarafetle örülmeliydi. Koca dünyadaki en işe yarar uzvunun biricik işlevini bok etmek, ah, kimse buna gelemez. Her şeye cevabı olduğu gibi buna da bir cevabı vardı (şanslı herif): bu suni coğrafyanın bir tanrıçası vardı. En yüksek perdeden inen bir Vivaldi eseri gibi, kutsiyete biat ederdi. Kutsal sayılan yalnızca bir cisim olsa bile..

Kenarları fena halde özenilerek dalgalandırılmış, değerli madenlerden birçok erişkin yoldaşı bulunan, pek tozlu tarihten gelmiş gibi, iriyarı mülteciler gibi olanca heybetiyle, arkasındaki yosun tutmaya başlamış pis ve nemli duvara dayanmış bekleyen bu kocaman zaman makinesi, ki basitlikle cezalandırılacağı zaman 'ayna' diye çağrılır, tutkusuz ve kupkuru bakışlarla ona emirler yağdırıyordu. Bu köleliğin hoşuna gittiği açıktı, ademoğlu işte. İsimsiz ruhlara deva gerek.

Günün pek çok öğününde biraraya gelirlerdi. Sustular mı beraber susarlardı elbet, fakat konuşma sırası ekseriyetle tanrıçadaydı. Çokluk, rüyalardan bahseder ve yalnızlığın dedikodusunu yapardı. Diyalektik düşünmenin tam da sırası: her güç, kendi zaafiyetine mahkumdur. Acınası aslında. Her bireye ulaşmayı başarmış bu sağlam iradenin damarları varsa, herhalde kaygılar içini doldurur bu damarların. Kan vermeye de gidemezsin, gitti gider güzelim duyar. Neyse ki öyle ulvi niteliklerimiz yok. İnsan ırkı mavi hapa mahkumdur, olağanüstü bir mekan parçasında at koşturuyoruz. Yetiyor herhalde. İtirazı olan dilekçe versin kardeşim, Cuma-Pazar açığız. Meşrebinize göre seçin artık yerinizi ve gününüzü. Öyle yani.

Bu konuşmalar pek can sıkıcı geçerdi, ki normali bu. Oysaki kudretli aşkımız: suskunluk. Eylül akşamı saat 7 gibi. Saf, güzel. Sarılmış halde. İşte bu suskunlukların bedeli olarak dilini kaybetmişti. Hayatı nasıl geçiyordu meçhul. Ne yer, ne içer ve nerelere giderdi? Heybesinde az buçuk duygu kalmış mıydı? Tanrıçasıyla da kavga etmezdi, öfke duymaz mıydı hiçbir şeye? Bilinmez. Kimsenin haddine de değil. Oyun kurucu böyle istedi (canının çok sıkıldığını söylemiş miydim?).

Belki de işin doğrusu budur, dil nedir ki? Lisanların kölesi. Yok, gün aşırı kölelik kotamızı doldurduk biz. Devlet gerisinden vergi falan ister. Tiksindirici. En güzel hediyesi statik aylaklık olan bu adamın, çok da başka derdi yoktu. Sonlanmayacak her öykü gibi mutluydu. Uzun yoldan gelen güneşi karşılayan Haziran kadar mutluydu. Gerisine çok kulp bulunur elbet. Belki şu köşede küçük bir yel değirmeni vardır, kıçını dönüp yolu izleyen Rosinante de suratsızlıktan gebermektedir. Olmaz mı ikizi falan da olabilir bu herifin? Aynı evde iki farklı macera, vay canına be. Durun belki, referanslarla falan bu işi Güney Amerika edebiyatına da bağlarız. Hafif karanlık bir anlatı, renksiz karakterler hatta en iyisi..

(...)

-Beyefendi?
-Pardon, beyefendi?
+Hı?
-Buraya oturabilir miyiz, annemin bacakları rahatsız da...
+Hı.. Tabii, ne demek
-Çok sağolun
+...

Eve gidince, bi güzel döşenirim ben ya. Blog işi iyi oldu zaten. Bohem çocuk imajı iyi yürür. Geçen gün 11126 sefer 'cool görünmek istiyorsun ama beceremiyorsun cicim' yedin yine. Ekmeksiz olmaz. Ama sen ne yesen doymazsın. Neyse ya.

*Şikayetleriniz için müraacat: Götüm. Pek sadık bi dinleyicidir, öyle yücelik meziyetleri de yoktur. Valla.


16 Nisan 2014 Çarşamba

İYİ ANI - Bayan Kiki'nin Gizemi

İYİ ANI - 1

90'ların en güzel 100 metresini koştuğumuz zamanlar. Çocuğuz. Mahallemiz falan var; işte bilyedir, maçtır, saklambaçtır, direk kapmacadır; rekabetin göbeğinden makas alıyoruz hadsizlikle. Mahalle dediysek; maşallah Zion gibi, türün kalan bütün potansiyel manyaklarını aynı lokasyona konuşlandırmışlar. Yani bir jenerasyon bu kadar dar bir coğrafyada, bu kadar ruh hastası kaldırmamalı. Buna rağmen içimizde, mutedil bir hiyerarşinin içinde takılıyoruz; abiler var. Abiler dediğimiz klik de 3-4 kişilik orta son talebelerinden oluşuyor. Her şeye bunlar karar veriyor, Deniz Baykal'lı CHP kurultayına dönmüş bizim Kırlangıç Sokak...

Neyse, uzun zamandır akıllarda olan bir konu var; bu 10-15 kişilik şeker portakalı timinin kafasında. Efendim, aşağıdaki sokakta 1000 sene evvel yapılmışa benzeyen bir metruk ev var: 'Bayan Kiki'nin Evi'... Çok resmi bi yer, girişinde Kiki'nin temsili resmi bile var. Hepimizi it gibi tırstırmakta ve doğal olarak merakımızı da cezbetmekte. Karar alınıyor: ertesi gün toplanıp Bayan Kiki'ye selamınaleyküm çekeceğiz...

Ertesi gün geliyor, götlerine sağlık, kimse itiraz etmiyor: ciddi ciddi gidiyoruz. Kendini ispata meraklı iki cengaver ilk taşı atıyor. Sırayla koştura koştura içeri giriyoruz. Çöktü çökecek merdivenlerden çıkıp, ikinci kata gidiyoruz. Ulan? Herkes cesaret hapı yutmuş; bi bok olmadı ya Bayan Kiki'ye olmadık hakaretler ediliyor; bir efsane 3-5 bebenin taşşağına malzeme oluyor. Şımardıkça şımarıyoruz.

Derken, herkese artistlik yapıp, her seferinde dayak yemesiyle maruf Kovboy Anıl -nereden bulduysa- elinde bir adet KAFATASI ile çıkıyor. Hakikaten de kafatası var herifin elinde?! Doğal olarak hepimizin götü atıyor ve koştura koştura kaçıyoruz. Çok korkmuşuz, bir süre kimse olaydan bahsetmiyor. Sonradan tevatürler üretiliyor, efendim bu Bayan Kiki üst sokaktaki metruk evin hayaleti Fredi'yle evliymiş, sonra kavga etmişler, bi gece Kiki bunu evinde harcamış; Anıl'ın bulduğu kafatası da Fredi'ninmiş. Yahu geceleri uyuyamaz olmuşuz, korku gittikçe artıyor, o sokağa yaklaşmıyoruz bile.

Sonra bir gün mahallenin en abisi Ender Abi, muhtemelen korkmuş küçük yavrucağından endişelenen ebeveylerin baskısıyla her şeyi itiraf ediyor. Bayan Kiki'yi o bulmuş, bizi korkutmak için evin girişindeki çöp kadın resmini çizip, yanına Kiki ve Fredi yazan oymuş. İçimiz rahatlıyor ama o kafatası olayını çözemiyoruz. Anıl bi bok bilmiyor; ya da korkmuş, anlatmıyor. Bi daha evin önünden kimse geçmiyor; zaten ev de çok zaman olmadan birinin belediyeye şikayetiyle mühürlenip, giriş-çıkışları beton dökülüp kapatılıyor.

O ev hala orada duruyor. O kafatasının sırrı da.

9 Mart 2014 Pazar

Ruh Hâlimin Güvercin Tedirginliği

Fena yağmur yağıyor. Aslında çok severim, ah rüzgar olmasa. Pek güzel başlangıçların adamı değilim, işte yine tıkandım. Bu yazıyı dün yazmam lazımdı. Fakat gece 4.30 olmuştu, çok yorgundum, taksici beni kazıklamıştı: ve daha bir sürü şey. Haklıydım yani. Zaten beni yazmaya iten de bu: haklılık. Dayanılmaz geliyor.

Islanmaktan korkana acırım, belki bu yüzdendir; şemsiyenin en nefret ettiğim icat olması... Neden mi acırım? Ne yani, aşikârı saklayamazsın: aptallık. Haklı değilim. Susayım, oturayım bari.

Dün de buna benzer başladı hikâye.. Çok yol gittim,1 saat falan. Heyecanlıyım. Zaten aksiyona müptela olmaktan eriyip, gidiyoruz. Neyse, başlangıç yine olmadı. Bu işin güzelini beceremeyeceğim.

Yorgunum yahu. Kulaklıkta Travis falan çalıyor, artık hesap edin. Travis büyük masözdür, aklınızda bulunsun bu. Bilmezsiniz diye şey ettim. 

Islandım, ıslanıyorum, galiba hasta olacağım. Yok, bu kesin. Arkadaş siparişini veriyor. Yakınım diyorum, getireyim. Bana sipariş veriyor çünkü ben dışardayım, eve yakınım. Üşümeyecek ve beklemeyecek. En makul haklılık, bunları öğrenin. Başlangıca nihayet: zili çalıyorum. Kimse beni beklemiyor kapıda. Eh, biraz kalabalığız, eksiklerimizle beraber. Eksilerimizle derdim ama ayıp olur. Haksızlık. 

İçerdeyim, arkadaş teşekkür ediyor ve bana para uzatıyor. 'Yok' diyorum, 'bendensin:)' Mutluluğumla haklıyım. HAH! Sohbete erişmeye çalışıyorum ama beni kolumdan çekiyorlar. Uzuvlarıyla değil ama; bunlar düşünceler. Düşünce=virüs. İnsanlar  böyle ayı değil. Medeniyiz elhamdülillah, öyle hırt gibi kola asılınmaz. Sohbet, çok uzakta. Ben sanırım sıcak bir yerdeyim. Aklıma Ekvator geliyor (üzülme İzlanda, aşk çok eşlidir). Şiir düşünüyorum. Meftûn oldum mu şiir; vallahi el yapımı eczacı ilacı (Kimyasallardan uzak durunuz).

Bir muhabbet ki, zorluyorlar. Zorlamaktan da epey keyif alınmış. Benim aklımda çoktan lunapark var. Lunapark demeyin yahu, sordular bana bunu bugün. 'Neden?' dedi mesela. Pek mühim, basit ama mühim, yahu neden? Atlıkarıncadan herhalde. İşte hep böyle meyus olmak için: ben üzüldükçe sevinçliyim. Çığlıklarla tükenirim. Tam neden'e cevap vermez ama. Ben de haklıyım, fakat sen daha çok haklısın. Bu haklılığı ben de kazanıyorum, kısa süreliğine de olsa. Bisiklete binmeyi öğrenmek gibi. Evet, böyle. Unutmam sonra. Hoşluk hep bunlar.

Nerede kalmıştım? Evet, evden çıktık biz. Taksiciyle pazarlık yapılıyor. Avcılar-Taksim: 45 kağıt. Yahu süper işte. Ben ısınmışım sanki, Oscar falan tartışıyoruz. Bu lümpenlik en haklı olduğum şey. Kendimi satamazsam, fikir orospusu olamam. Bi yarımını alırım hacı abi; ama sen yekpare bir yarımsın. Sensiz olmaz be şekerparem (bal gibi olur).


Taksiden iniyoruz -of, çok yazacağım, pişman olacağım, gelecek kipte boğulacağım ve eceğim ve acağım, of- Ya, benim karnım aç. Bi hamburger atarım, siz gidin, yalnız telefona bakın, arıycam sizi. Kupkuru tamam'lar. 

Yemeği gömdüm, törenine daha yolu var. Oo, yağmur abi, en güzel ünlemlerinden yollasana biraz. Yüzüme gelsin. Yok yahu, düpedüz neşeliyim. Yemekten herhalde.

Ta, 5. kat. Niye burdayız? Ucuz. Diğerleri? Geliyorlar. Unutma, zaten 1 kişi eksiktik. Öyleyiz artık, evde kalmak istedi. Hastaydı o gelemezdi. Şekersiz bir haklılık. 

Çok ısındım, ısındık. Dans etmeye başlıyoruz. Bilmezler, en pespaye hâlimdir, fakat saf mutluluk. Herkes burada şimdi. Kalanlardan, yani. İki kişi gitti. Neden? Ya, malum işte evliler. Bi de sıktı galiba ortam. Müzikler de baydı. Ha, tamam o zaman. Pazar günleri, yinelenen düğünler. Haklılar, sapına kadar, adasız bir deniz kadar haklılar. En fazla dalga isteriz yani, adalar ne, çıkıntılık. Saygısızca. Buna kızsalar, haklı olurlardı. Dilbilgisi haklılığı, literatür haklılığı. Cahil gibi bakmayın, öyle. Bi ara anlatırım isteyene ben.

Yazdığım şeyler silindi. Kısaca özet geçeyim; iki kişi aramızdan ayrıldı. Neden? Evli onlar çünkü. Ev-li-ler. TAMAM. Müzik baymıştı biraz ama neyse, diğerleri burda. Dans ediyoruz, her yeri domine etmişiz, öyle geliyor.

İnsanlar bize katılıyor, çünkü bugün haftasonuna dahil (dünyanın tüm kara parçalarında). Sevgililer, dans edin. Ne demek canım, bugün eğleneceksiniz. Neşe ordumuza neferler lazım. 

Gelin, birlikte eğlenelim. Vallahi oluyor. Sarhoş çocuk, bugünü unutmayacaksın. Yarına kadar. En güzel hikâye bu.

Bittik galiba. Bi çift daha ayrılıyor. Gitmeyin, gitmeyin be. Gidiyorlar. Sıkılmış ve yorulmuşlar. Galiba yarın için planları var. Aşkın haklılığı, önünüzü ilikleyin ulan. Sorun yok tabii ne demek, ben de sizi seviyorum. Sarılıyoruz. Üzülmek istiyorum ama hakkım yok. Görüşürüz (herhalde).

Onlara kızdık ama ben de bittim. İnsanları eğlendirdim, eğlendim de. Koca koca resimler yolladık fezanın metal çöplüğüne: bilge bir haklılık. Küçülmüş bir naiflik. Bu benimkisi.

En delişmen atılıyor, yahu dağılmayalım. Hayhay.

...

Nezaketten söylenmiş. Çünkü diğer çift acıkmış ve uykuları gelmiş. Olağanlık, büyük bir haklılık. Gitmem gerekiyor.

Söylüyorum. Galiba bana acıyorlar, yüzüm düşmüş zira. Sorguluyorlar, çünkü iyi arkadaşlar. Ne oldu ya? X'e mi sıkıldın? Yapma abi böyle? Geçiştiriyorum. Beni seviyorlar ama uzakken daha iyiyim be. Gerçeklik; sen haklılığın tanrısısın. Bak, dindarlar şehvanî öğretinin peşinde.

Yürüyoruz. Ben, taksiyle gideceğim. Karşısı, evet çok yazacak neyse. Arada birşey oluyor, delişmen diyor ki: 'Çok şanslısın'. Vallahi. Radikal bir haklılık.

2 aydır görüşmüyorduk. İki arkadaşımın sevgilileri var artık, biri evlendi, biri en dikey mutsuzluğun sahibi, birinin bu işlerde gözü yok, sonuncusu en hakikimiz. O herşey biliyor, bunların gelip, geçeceğini görüyor. Hayata farkında, realizm onun hakkı; bu konuda da o haklı. Notu da onun odasına koymuştum zaten, gülüp geçsin diye. Zekilere saygı kuşağı; biat kere biat ederim.

Anlıyor fakat konuşamıyorlar bu lisanı... Gerçi biri beni yanına çekiyor, özür diliyor, diyor ki: 'Yanında olamadık, özür dilerim'. Ne demek, sizin başka bi hayatınız var artık. Haklısınız canım.

Ben susuyorum. Gitmem lazım. Utanmam ama şiir yazmam lazım. Gizlice.

Taksiye biniyorum, fiyatı iyi. İstediğimden başka yerde bırakıyor, gitmek istiyor çünkü. Çokluğun haklılığı, onun gibisi çok.

İniyorum, yürüyorum. Zaman en kudretli diktatör. İşte hepimizi yönetiyor. Ben kölesiyim bu işin, çünkü haklı olamıyorum. Onların haklılığı çok berrak, onları seviyorum. Ben zaten sadece seviyorum.

Çok geç oldu. Okusanız güzel olurdu ama neyse. Çok uzun ve çok sıkıcı. Uyumak güzellik. Siz de haklısınız.

Bana bi ayna verin yeter. Ben işimi kendim bitiririm.

Ama ne olurdu dağılmasak?

11 Şubat 2014 Salı

Ladin


'elma bu
akılla olgunlaşmaz'

Seyhan Gemici - Ladin


257, ter içinde uyandı. Bu son 1 ayda kaçıncı kez başına geldi, bilmiyordu. Tüm o düşünen hayvanlardan uzaklaşalı çok olmamıştı; hayır, onlara özlem duyuyor olamazdı. Kaldı ki, tek problemi uykularıydı. Hayatında ilk kez mutlu olduğunu hissediyordu; işte, bu dağın başında onu, ne şimşek gibi çağıldayan kurt ulumaları ne de her zaman öfkeli bir düşman gibi pek yakınlarda homurdanan boz ayılar rahatsız ediyordu. Sadece yalnızlıkla paralel o kadim takip edilme paranoyası, belleğindeki bu kusursuz yeni dünyasının surlarında gedikler açıyordu. Fakat bunlar önemsizdi, son zamanlarda karşısında duran yegâne tehlike, kabuslarıydı. Her kabusu aynı imgeyle başlıyordu: hemen önünde onunla yüzleşmekten hiç çekinmeyen bir karaca ile... Çokluk, bu karacanın kendisine edecek iki çift lafı varmış gibi durduğunu düşünürdü, fakat bugüne kadar onunla hiç konuşamamıştı. Her seferinde gecenin meşum pusu aralarına giriyor ve nihaî kıyamet: uyanış. İşte kabusları kadar fena bir mecburiyet..

257, aslında önemsiz biriydi, doğduğundan beri öyleydi. Hayatının çok büyük bir kısmını yok yere hapishanede geçirmiş, orada da bu önemsizliğini sürdürmüştü. Kimbilir son 25 senede, kaç kelime konuşmuştu? Basit iletişim senaryoları ile yabanıllığından ara sıra taviz verirdi kuşkusuz ama, o kadarı. Yine de bu yabanıllık onu betimleyen tek şeydi. Zamanın ona düşen payında, ikinci bir karakter bulamazdınız: o ve giriftlerle bezenmiş beyni. Aile? Ah, hayır bu bir şaka olmalı. Dostlar? Üzerinize eğilen meraklı ve korkak gözler, sadece insanlara ait değiller ve bu dostluk tanımına girmiyor. Bir sevgili? Tesla'nın kayıtsız, küçük bir klonuyla karşı karşıyayız, rica ederim. 257, yalnız insanlardan değil, insana ait hasletlerden de nefret ediyordu. Geçmiş, öznel olmamalıydı, hayır. Onun bir geçmişi yoktu, davranışlardan uzak dururdu. Ve düşünce: büyük çaresizlik. Düşünce, ademoğlunun tabii bir özelliğiydi ve şüphesiz doğadaki en büyük zehirdi. Evet, düşünce katatonik bir olguydu -şaşırılmamalı, hapishane düşlerin dünyasıdır. Bilgi, düşlerde edinildiğine göre, eh, 257 bilgiye pek mahirdi. Sözcükler, insanın zemberinden geçmiş virüslerdi işte, onları iyi tanımalıydı; 'katatoni' nedir ki? Bir virüs- bir kez organlarınıza nüfuz etti mi, tüm hastalıklardan beterdi. Bu yüzden acı çekiyordu işte, düşünce onu yavaş yavaş ele geçiriyordu; kabuslarına söz geçiremezdi ya? Bu durumdan kurtulmanın bir yolu olmalıydı ama nasıl?

Hayatı, kendisi gibi, pek sıradandı. Hapishaneden çıktıktan sonra, içeride kazandığı üç beş kuruşla, birtakım gereçler almıştı: tüfek, türlü türlü bıçaklar, baltalar, keserler; toprağı işlemek için gerekli sıradan tarım eşyaları; basit ev gereçleri, birkaç parça kumaş, ip v.s.. Tek amacı hissizlik ve aidiyetten kurtuluştu. Sıradanlığına uygun basitlikte bir hayat işte: hayvanlar gibi yaşayacak, bitkiler gibi yüceltecekti kendini. Ve insanın en akîl yol göstericisi güneş, onunla hasbihâl olmayalı çok olmuştu; uzaktaki geçmişi gibi, insana ait bir şeydi o artık. Karanlık ise nötrdü, arafın kendisiydi hatta. Bu yüzden kuzeydeki bir dağa yerleşmiş; kendine bir ağaç-ev yapmış, avlanarak, dolaşarak ve uyuyarak geçiriyordu günlerini. Hayvanlar kadar odaklanmış, bitkiler kadar yalın.. Bu biçim, kuşkusuz ki işine gelen en sade biçimdi. Bundan vazgeçmek kolay değildi ve yeni bir yol bilmiyordu, zaten yeni nedir bilmiyordu; belki de düşüncelerin iblisi oydu, kabuslarla aklını çelmeye çalışan bir illüzyon. Öfkeliydi ve korkmuştu, bir hâl bile can sıkıcıyken, ikisi birden.. Bu çok fazlaydı.

Buna rağmen, birkaç gün sonra ilk değişikliğini yaptı, evden dışarı çıkmamaya başladı. Gerçi bu biraz da zorunluluktandı. Artık fiziksel olarak da kendini iyi hissetmiyordu. Enerji harcamaya mecali yoktu. Zaten bir süre kendine yetecek kadar stok yapmıştı, kabuslarının sahnesine dönmek istemiyordu. Ve ne mutlu ki, sıkılmak dürtüsü, pek yabancı idi ona. Sıradanlık onun için yeterliydi, aradığı da buydu şüphesiz, otomatik hayatı halihazırda kendisi için en güzel gösteriydi.

Ancak günler geçmesine rağmen bu faydalı olmuyordu, kabuslar beter bir şekilde devam ediyor, üstelik etrafında dönen dünya, sanki biçim değiştiriyordu. Sanki bu ladin ormanının içinde değil de, hayatında yalnızca birkaç kez hemhâl olmak zorunda kaldığı insan çarşılarının içinde gibiydi. Evet, bu ladin ormanı onun gibiydi, imgelerden uzak insan dünyasına tepeden bakan, sivri yapraklarıyla kendini ayrı koyan, nazik bir kuvvetle durağanlığa bel bağlayan, zamana karşı koymuş canlıların en yalın hâli. Homurtuların ardı arkası kesilmiyordu ve emindi ki boz ayılar, bu zamanlarda ortadan kaybolurlardı. Böylesi bir savaş, ruhu için en fena yıkımdı. Gittikçe kendini kaybedecek, varoluşunun nedenleri bir bir ortadan kalkarken o, rüzgarın sürüklediği ufak taşlar gibi 'yeni' yerlere mübadele edilecekti. Son, yoktu. Sonsuz vardı ve sonsuzun en büyük dostu kaderdi. Ezeli düşmanlık işte.

Sonunda, yenileceğini anladı ve kaçmaya karar verdi. Hayır, ölümden korkacak değildi, korkmaktan korkardı çoğusu.. Ölüm neydi ki; hiçlik. Hiçlik ona kurtarmazdı; bedenini evet ama ruhunu asla kurtarmazdı. Bundandır ki ölümü hiç düşünmemişti, içten içe ona bir özlem de duymuyordu. Fakat ölümden nefret de etmiyordu çünkü yalnız insana ait sonuçlardan değildi ölüm. Yine düşünüyordu işte, bu böyle gidemezdi. Nedenleri unutup, kaçmanın vakti gelmişti.

Ertesi gün yanına birkaç parça giysisini, tüfeğini ve ıvır zıvır gereçlerini alıp yola çıktı. Arkasında kendi cennetini bırakıyordu; sıradanlığın sarayı, en güzel düş, işte artık gökkuşağının ardı kadar uzaktı. Sadece önüne baktı, yürüdü, yürüdü... Artık ayakları onu çekemez hâle gelince durdu, çıkmak üzere olduğu ladin ormanının bekçilerinden birine sırtını dayadı ve çöktü. Ah, talih kötüye gitti mi hiçbir işin sonu gelmezdi: güneş açmıştı, hem de yılın bu zamanında... Ayağa kalktı ve çok uzun zaman sonra, ardından pişman olacağını bile bile küfretti. Fakat? İşte yine o homurdanmalar kulağına çalınmaya başladı, en keskin fırtınalardan beter bir sesler sürüsü, onu önüne katmış kovalıyordu. Bu delilikti, yavaş yavaş deliliğin ucundan tutmaya başlamıştı. Bağıra bağıra koşmaya devam etti, etrafındaki meraksızlığın cazibesini kaçırma pahasına olsa bile... Kuşlar dehşetle kaçışıyor; güneş, yetmezmiş gibi apansız kendini gösteren rüzgar, bitkileri hiddetlendiriyordu; oradan oraya savruluyordu herşey, sanki o tanınmış çığlığın imgesiydi bu..

Artık hareket edecek gücü kalmamıştı. Durdu, kaldı. Homurdanmalar hâla devam ediyordu. İlk defa arkasına döndü ve bir karaltıyla karşılaştı. Yutkundu. Konuşmak istiyor fakat lisanını unutmuş bir göçebe gibi dili, sözcüklerin önünü kesiyordu. Yukarı döndü ve anladı. Güneş haince gülümsüyordu.

Arkasındaki karaca, gölgesinden başka birşey değildi.


8 Şubat 2014 Cumartesi

Yav He He

Artık coğrafi mi yoksa sosyal bi gereklilik mi bilemem ancak; bu ülkede istisnasız herkese dayatılan yegâne şey: siyaset. Yani bu durum -özellikle son zamanlarda- iyice pespaye bi hâl almaya başladı. Bu durum, sanki vatandaş olmak için anayasal olarak dikte edilmiş bi şart gibi. Hayır, uygulamadan sıyrıldım da kavramsal olarak da sıkıntı var. Siyaset=Kurumlar olarak görülüyor. Can sıkıcı. Ya bi sivil toplum örgütüne ya da bi siyasi partiye üye olup, aynı zamanda aktif olmak zorundasın. Yani siyasetin kucağında olmak zorunluluğu yetmiyor, bi de katılım bekleniyor. 'Hayır' cevabı da para etmiyor. Bu yapıya angaje olmazsan, en basiti, herhangi bi bürokratik işi asla düzgün bi şekilde halledemiyorsun. İlla bi aracı devreye girmeli, yahut bizatihi sen onu devreye sokmalısın. Evinin önüne yol mu yapılması gerekiyor? İlgili belediyenin, ilgili memuruna bi iltimas geç, yahut kudretli bi siyasi amirin ismini fısılda kulağına. İkincisi daha zahmetsiz ve kârlı. Nefis iş gerçekten.

Vergi ver, askere git; ne bileyim hayırlı işler yap. Yasal ya da etik dolaylardan kesinlikle siyasi olmalısın. Vatandaşlık bağı bile yeterince siyasi bi tanım. Ama bu yetmiyor, 'makbul' de olmak gerekiyor. Bu coğrafyada bilindik hikâye bu: Müslümanlık, Türklük, Atatürkçülük v.s, tekrarlamak gereksiz. Totalde, makbul olman için, siyasi kişiliğin de yetmiyor; ne kadar makbul olduğunu hepimize siyasi yollardan göstermen de gerekiyor. Bi partiye üye ol, meydanlara in, iktidarı/muhalefeti eleştir, slogan at, mazlumun yanında ol eeahhhh ama. Bunları savunmak ayrı şey, herkesten bunların sadık bi takipçisi olmasını beklemek ayrı şey. Makbul olmak yaşamak demek. Belli kalıtsal ve/veya çevresel etkenlerle bi gruba bağlıyız ve dışlanmamak adına sürekli geviş getiriyoruz. Sen muhafazakarsın, büyüklerin işine karışma. Edebinle otur. Lider ne eylerse güzel eyler. Sen solcusun, her bok siyasetle ilintilidir, siktiğimin purosu asla sadece bi puro değildir. Mücadele et, yoksa işbirlikçi misin? Sen liberalsin, otur ve teori tartış. Muhakkak lafı Frankfurt Okulu'na getir. Kimse seni siklemeyince, en güzel öteki olduğunu düşün.

Grubumuzun doğrusuna sıkışıp kalıyoruz. Başka doğruların varlığı bile mide bulandırıcı hâle geliyor. Çarpraz sorgu mu, vah nerede? En olmadı, benim gibi lümpen takımı da üst bi siyasi kimlik uyduruyor kendine. Bak bu çok güzel. Vicdan.. Kendini olduğundan büyük görmenin kibarcası.

Heyhat, kutuplaştırıcı negatif siyasetin etkisi de bol bu coşkulu dimağlara, kabul etmek lazım. Fakat bu rutin benim çok canımı sıkıyor. Tartışmak bile istemiyorum. Etiketi yapıştırıp, diğer mamüle geçiyorum. Aptallar sürüsü işte. Bu kadar. Analiz gereksiz. İlk yazıya 'yav he he' dememin sebebi de bu. Zaman-mekan ikiliğinden de sıyrılayım haydi: eylemsel yahut söylemsel her türlü siyasetin hiçlikte buluştuğu çağlayan. Büf, pek edebi oldu. Kendimi ödüllendireyim, dolapta mandalina var. Ve bi mandalina, sadece bi mandalinadır. Allah aşkına bari onu rahat bırakalım.

4 Şubat 2014 Salı


Sene: 2011. Mevsim: sonbahar. 3 aylık digiturk faturasını ödemediğimden yayın kesilmiş & olaylara kızdığım için de oralı olmuyorum.(olaylar için bknz. 3 Temmuz'11) Müşteri hizmetleriyle yaşadığımız bir tartışmada küfrettiğim için dava ederler mi diye gerilmişken komple unuttum fatura olayını.Zaten baba ocağından ayrıldığımdan beri kesintiye uğramayan tek aboneliğim su oldu şimdiye kadar.Neyse bilen bilir izlemesem bile tvyi açık tutar enerji tüketimini maximize ederek küresel ısınmaya katkı sağlarım.Ses olsun<3. Digiturk faturanızı ödemeyince bütün kanallar kapanmıyor. TRT Belgesel ve TJKtv ye dokunmuyor sevgili digiturk.Ben bi TRT Belgesel bi Tjk Tv takılıyorum evde. O dönem TJKtv de atların ne kadar güzel hayvanlar olduğunu ve TJK Tv çalışanlarının muazzam müzik zevkini keşfettim.Eski yarışları gösterirken arkaplana superb eserler koyuyorlardı.Trt Belgeselde ise 7/24 bir Ahmet Hamdi Tanpınar belgeseli yayınlanırdı.Şairin ünlü eserleri seslendirilmiş düşük bütçeli bir belgesel.Aradan 2 ay geçti ve beklenen oldu; Digiturk'un beni dava edeceğine dair özet geçen zarf elime ulaştı.Açıp okumaya başladım.TVde yine o belgesel vardı abartmıyorum yani 7/24 aynı belgeseli veriyolardı.Hukuki dilin tatsız cümlelerini okurken yavaştan terlemeye başlayınca sakinleşme maksadıyla 'volume up oğlum' komutu verdim tvye.İşte o sırada belgeselde bu şiir seslendirildi.Zamanlama ancak bu kadar mükemmel olabilir.Özellikle ikinci dize, o an bütün benliğimi olayın vehametinden soyutladı.An içinde bir çeşit girdaba sürüklendim.Sanki Andre Santos 90+4te gol atmışçasına bir his kapladı içimi.Ahmet Hamdi Tanpınar hayatımın o anına müdahale etti.Dur koçum sakinleş dedi.Digiturk'e avukat masrafı + geciken faturaları ödeyince olay tatlıya bağlandı.Sonraları alışkanlık edindim.Ne zaman gerilsem besmele getirir gibi bu şiiri söylerim içimden. -Doygun- [İYİ ANI]